Tarikatların Ortak Unsurları
Peygamberimiz de en üstün zikrin “Lâ ilâhe illallâh” olduğunu ifade etmişlerdir (İbn Mâce, Edeb, 65). Sûfîler de bu hadisten hareketle bu cümleyi zikrin temeli olarak almışlar ve bunun üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Tarikatlar, insanın gönül eğitimini esas alır. Bu eğitimin unsurlarının neler olduğu, bu unsurların nasıl işlendiği sorularına değişik tarikatlara mensup kişilerden farklı cevaplar almak mümkündür. Fakat bu cevapların hepsini “Tasavvuf seyr u sülûk hayatını içine alan ve gönül ayağıyla, kalp gözüyle katedilen bir yoldur” cümlesiyle veya “zikirden ibarettir” tespitiyle özetlemek mümkündür. Bu sebeple, tarikatların ortak unsurları olan zikir ve seyr u sülûk kavramları üzerinde kısaca durulacaktır:
1. Zikir
Bütün tarikatların temel unsuru olan zikir kelime olarak anmak, zikretmek, hatırlamak demektir. Terim olarak zikir; Allah’ın isimlerini, belli duaları, çeşitli zamanlarda belli miktarda sesli veya sessiz söylemeyi, tekrar etmeyi ifade eder.
Peygamberimiz de en üstün zikrin “Lâ ilâhe illallâh” olduğunu ifade etmişlerdir (İbn Mâce, Edeb, 65). Sûfîler de bu hadisten hareketle bu cümleyi zikrin temeli olarak almışlar ve bunun üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Kelime-i tevhidin (Lâ ilâhe illallâh Muhammedu’r-rasûlullâh) birinci bölümünü oluşturan cümlenin ilk yarısı “Lâ ilâhe”, “hiçbir ilâh yoktur” anlamına gelir. Bu olumsuz bölümün adı “nefy”dir. İkinci bölümü “illallâh” ise “ancak Allah vardır” manasındadır. Bu da “isbât” adını alır.
Necmeddin Kübra’ya göre nefy bölümü kalp ve gönül hastalıklarına sebep olan, ruhu çeşitli meşgalelerle bağlayan, nefsi kuvvetlendirip güçlendiren zararlı madde ve mikropları yok eder. Bunlar kötü ahlâk ve hayvanî isteklerdir. İsbât bölümü ise kalbin sıhhat ve selametini temin ile rezil huylardan kurtarır.
“Lâ ilâhe illallâh” nefy ve isbâttan meydana gelmiş olan bir ilaçtır, dervişlerin ruh hayatını onarır, tedavi eder. Şeyh, dervişlere bundan başka; Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyûm, Kahhâr gibi isimlerle de Allah’ı zikretmelerini telkin eder.
Sûfîlere göre zikir telkinini yapan ilk kişi Hz. Peygamber’dir. Resul-i Ekrem dört halifesine de değişik usullerle zikir telkin etmiş, daha sonraki tarikatlar bu usûllere göre zikirlerine yön ve şekil vermişlerdir.
Tarikatlarda şeyh, dervişlere ferdi olarak yapmaları gereken zikir ve diğer ibadetleri talim ve tarif ettiği gibi toplu olarak yapılan zikir meclislerini de idare eder:
a. Ferdi Zikir
Müridin kendi başına yaptığı zikirdir. Mürid, kesin olarak şeyhin tarifinin dışına çıkmaz. Ruhî hayatı bütünüyle şeyhin kontrolündedir. Şeyh, müridin anlattıklarından, hissettiklerinden ve gördüğü rüyalardan hareketle değişip zikirler telkin eder. Müridin yaptığı zikre “vird” (çoğulu evrâd), okuduğu duaya “hizb” (çoğulu ahzâb) denir. Bir iş yaparken okunan Arapça, Farsça veya Türkçe dualara ise “tercüman” adı verilir. Her tarikat pirine nispet edilen hizb ve dualar vardır.
Şazeliyenin piri Ebu’l-Hasan Şazelî’nin hizbleri meşhur ve yaygındır.
Zikir için yapılan birçok tasnif ve taksim vardır. Bunlardan biri şöyledir:
Dilin Zikri
Dil ile yapılan, sesli veya sessiz zikirdir. Zikrin sesli olması nefse işittirmeye ve onu zabt u rabt altında tutmaya vesiledir.
KalbinZikri
Birtakım kelimeleri tekrarlamaktan öte bir nevi derin tefekkürdür. Dil ile kalp zikrinin beraber olması daha üstündür.
“Cehrî zikir mi yoksa hafi zikir mi daha faziletlidir?” meselesi tartışılmıştır. Her iki zikir için Kur’ân ve hadisten delil bulmak mümkündür. (Müsned, 1,172, 180,187)
Toplu Zikir
İlk asırda pek yoksa bile, özellikle tarikatların kurulup teşkilatlanmalarından sonra tekkelerde toplu zikir meclisleri icra edilmeye başlanmış, zamanla belli âdâb ve erkânı olan tarikat zikirleri meydana çıkmıştır. Genel olarak “âyin-i ehlullâh”, “icrâ-yı zikrullâh” gibi isimler alan bu toplu zikirler tarikatlara göre farklılıklar arz ettiği için değişik isimler de almışlardır. Bunlardan meşhur olanlarını şöyle sıralamak mümkündür:
1. Semâ‘
İlk asırlarda dini musiki anlamına gelen semâ‘, Mevlevîlik tarikatının zikrine verilen isimdir. Ayakta ve dönerek, musiki eşliğinde icra edilir Zikir esnasında dervişler hareketleriyle çeşitli dinî-tasavvufî temaları sembolize ederler. Bir adı da “mukabele”dir. Bugünkü şekliyle semâ‘ sonraki asırlarda oluşmuştur.
2.Hatm-i Hâce
Nakşibendiye tarikatının şeyhin huzurunda oturarak icraettiği zikirdir. Sessiz olarak (hafi) yapılır. Herkes okuyacağı dua, âyet ve salevâtşeyhin işaretleriyle okur. Cemaat arasında İnşirah suresini ezbere bilenler 10’dan fazla ise büyük hatme, değilse (daha kısa sürede biten) küçük hatme yapılır. Râbıta ile başlayan hatme, silsile şeyhlerini ihtiva eden bir dua ile sonra erer. Hatme esnasında gözler kapalıdır. Mürit olmayan zikre iştirak edemez.
3.Darb-ı Esmâ
Halvetîler, toplu zikirlerine bu adı vermişlerdir. Halka halinde oturarak hafif sallanarak yapılır. Vücûdun hafif hareket etmesi mâsivâdan sıyrılmak için bir vesile olarak kabul edilir.
4. Zikr-i Kıyâm
İsminden de anlaşılacağı gibi ayakta ve sesli olarak yapılan bu zikir Rifaî ve Sa‘dîlerin zikirlerine verilen isimdir. Rifaî tarikatında zikir esnasında şeyhin makamının önünde beline kılıç kayışı bağlamış (kemerbend) iki mürit hazır bekler.
5. Deverân
Kâdirî zikri. ayakta, oturarak ya da dönerek yapılır.
Zikir meclisleri özellikle fakihlerce en çok tartışılan tasavvufî konulardan biridir. Konunun leh ve aleyhinde pek çok risâle yazılmıştır.
Toplu zikirler şüphesiz belli zamanlarla sınırlanmış bir nevi mecburi âyinler niteliğinde olmayıp, müritlerinin gönüllerinin hazır olduğu zamanlarda tabiî olarak icra edilmesi esastır. Bu anlayışın son asırlarda ortadan kalktığı görülmektedir. İstanbul’daki bütün tekkelerin zikir ve mukabele günleri tespit edilmiş ve broşür tarzındaki risâlelerle bastırılıp dağıtılmıştır. Böylece zikir meclisi sadece müritlerin değil, dışarıdaki muhiplerin de katılmasıyla daha değişik bir görünüş arz etmiştir. Bu meclislerin halkın dinî musiki ihtiyacını karşıladığını söylemek de mümkündür.
Tarikatların temeli olan zikir gelişi güzel yapılan bir hareket olmayıp, bunun çeşitli safhaları vardır ve bunlara riayet şarttır. Her tarikat kendi zikir meclislerinin âdâb ve erkânını tespit eder ve sâliklerin buna uymalarını ister.
Seyr u Sülûk
Seyr ve sülûk kelimelerinin sözlük anlamı gitmek, bakmak, yürümek girmek demektir. Tasavvufî bir terim olarak “seyr u sülûk”, müridin dervişliğe başlayışından vuslatına, tasavvufî yolculuğunu tamamladığı noktaya kadar yaptığı manevi ve kalbi sefer ve yolculuğun adıdır.
Bütün mistik hareketlerde olduğu gibi tasavvufta da bu yolculuğun tabiî neticesi olarak bir kademeleşme, basitten mürekkebe doğru bir gidiş, iyiye mükemmele doğru bir tekâmül söz konusudur. Bu tekâmülü gerçekleştiren sûfîye “şâir” “seyyâr”, “sâlik” gibi isimler verilir. Allah’a doğru manen seyreden dervişin yolculuğu ile ilgili tasnif şöyledir.
1. Seyr ilallâh: Allah’a seyr. Nefisten hareket edip kalb makamının sonuna yani “ufuk-ı mübîn”e ulaşmak.
2. Seyr fillâh: Allah’ta seyr. Hakk’ın sıfatları ile vasıflanarak “ufuk-ı a‘lâ”ya ulaşmak. Vahidiyet ve cezbe makamı, Hakk’ta Hakk ile olan yolculuk.
3. Seyr ma‘allâh: Allah ile seyr. Zâhir ve bâtın ikiliğinden kurtularak veliliği sonuna ulaşma. Ehadiyet makamı, ikilik hali bulundukça “kâbe kavseyn” yok oldukça “ev ednâ” diye isimlenir.
4. Seyr ‘anillâh: Allah’tan seyr. İrşat için tekrar halka dönmek. Buna “beka ba‘de’l-fenâ, fark ba‘de’l-cem” de denir.
İlk iki seyr ile velilik makamına, son ikisi ile mürşidlik makamı ve yetkisine kavuşulur. Basitten mükemmele doğru yükselen bu kademeleşme, etvâr-ı seb‘a (yedi merhale) şöyledir.
1. Nefs-i emâre: Kötüyü, günahı emreden nefis (Yusuf 12/53).
2. Nefs-i levvâme: Kendini kınayan, kötüleyen nefis (Kıyamet 75/2).
3. Nefs-i mülhime (mülheme): İlham ve keşfe mazhar olan nefis (Şems, 91/7).
4. Nefs-i mutmainne: Huzura kavuşmuş, tatmin olmuş nefis(Fecr 89/27).
5 Nefs-i râzıye: Razı olan, şikâyetçi olmayan nefis (Fecr 89/28).
6 Nefs-i mardıyye: Allah’ın kendisinden razı olduğu nefis (Fecr 89/28).
7 Nefs-i kâmile: Tam, kâmil, temiz nefis.
Seyr ü sülûkun en önemli unsurlarından biri de müridin yaşadığı çile ve halvet hayatıdır. Bu dönem hassas bir dönemdir. Bu safhanın uygun bir metot ve zaman içinde aşılması konusunda şeyhe büyük görevler düşer. Sûfîlere göre bu safhadaki başarısızlıklar kısmen şeyhin başarısızlığıdır. Çile, Farsça 40 anlamına gelen “çhil” kelimesinden alınmıştır. Kelimenin Arapça karşılığı “erbaîn”dir. “Erbaîn çıkarmak” tabiri de buradan kaynaklanmıştır. Tasavvufî bir terim olarak çile, sakin bir yere çekilip zikir ve ibadetle meşgul olmak demektir. Çile ve hizmet üç günden, bin bir güne kadar sürebilir. Dervişlere hizmetle geçen 1001 günlük çile sadece Mevlevi tarikatında vardır. Diğer tarikatlarda yaygın olan süre 40 gündür. Bu kırk sayısına şu âyet işaret etmektedir:
“Musa ile otuz gece bana ibadet etmesi için sözleştik ve buna on gece daha ilâve ettik, böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı.” (Araf 7/142)
Çile ile itikâf arasında benzerlik vardır. (bk. Bakara 2/187).
Çileye giriş ve çıkış şeyhin kontrolünde yapılır. Çilenin şartlarını yerine getiremeyen mürid çileden çıkar, buna “çile kırmak” denir. Tekrar çileye gireceği zaman yeniden, birinci günden başlar. Çileyi normal süresinde tamamlamak “çile çıkarmak”, çile çıkarana da “çilekeş” adı verilir. Çile için halvet, inziva tecerrüd, terk-i dünya, itikâf, perhiz, riyazet, mücahede-i nefs gibi tabirler kullanılır.
Avârifu’l-Maarif’te geçtiğine göre tekkede bulunan insanlar dört grupta toplanmaktadır.
1. Şeyhler, 2. Gençler, 3. Hizmet edenler, 4. Halvete girenler.
Çilehane genellikle tekkenin sakin ve az ışık alan bir yerinde bulunurdu. Issız yerlerde, mağaralarda çile çıkaranlar, ömrünü çile ile geçiren dervişlerde olurdu. Çilesini seyahat ederek tamamlayanlar da vardı.
Prof. Dr. Mustafa KARA diğer yazıları
- 25 Ekim 2016 İslâm Medeniyetinde Tekke
- 09 Mart 2016 Rabbi Erinî…
- 31 Ocak 2016 İmam Azam´ın Talebesi, Dâvûd et Tâî (k.s)
- 31 Ekim 2015 Bişr el-Hafî
- 27 Şubat 2015 İnsan Bir Derviştir
- 06 Kasım 2014 Fenâ fi’l-Mürşid, Fenâ fi’r-Rasûl, Fenâ Fillâh
- 03 Haziran 2014 Fukaralıktan Kurtulmak
- 17 Eylul 2013 Yörük Değirmenler
- 24 Nisan 2019 Arınan Aydınlanmıştır
- 16 Şubat 2013 Mevlânâ’nın Sırrı
- 03 Kasım 2012 Gönül Kâbe’si
- 11 Ağustos 2012 Günaha Girme(k)
- 11 Mart 2012 Dengesini Kaybetti ve Düştü
- 29 Aralık 2011 Dünyevîleşmek Yahut Sekülerleşmek
- 05 Ekim 2011 Kur’ân’a Gönül Vermek
- 28 Haziran 2011 Gel Dosta Gidelim Gönül
- 15 Nisan 2011 Allah Haddi Aşanları Sevmez
- 26 Şubat 2011 Mevlîd-i Şerîf
- 25 Aralık 2010 Horasan Erenleri
- 25 Aralık 2010 Şehadet- Muhabbet Mektupları
- 12 Ekim 2010 Nasıl Bir İnsan?
- 08 Ağustos 2010 Nefs-i Mutmainne
- 08 Ağustos 2010 İnsan Bir Derviştir
- 22 Temmuz 2010 Allah’ı Anmak
- 04 Nisan 2010 Çağımız İnsanının Tasavvufa Duyduğu İhtiyaç