Çağımız İnsanının Tasavvufa Duyduğu İhtiyaç
Niçin tasavvuftan vazgeç(e)miyoruz? Çünkü tasavvuf kültürü insan psikolojisinin en derin noktalarına ışık tutuyor.
İnsanlığın kültür tarihi halim-selim, uysal birçok âlim, arif ve sanatkârı tanıdığı gibi muhalif, kafa tutan, heterodoks şahsiyetlere de şahittir. Bu genellemeyi İslâm dünyası için de yapmanın hiçbir mahzuru yoktur.
Yaklaşık 1500 yıldır İslâm dünyasının değişik coğrafyalarında farklı mezhep, ekol ve tarikatlara mensup yüzlerce akıl ve gönül adamı değişik tavır ve tutumları temsil edegelmişlerdir. Şüphesiz bu renkli kişilerin bir gurubu da tasavvuf ehli insanlardır.
İslâm düşünce ve medeniyetinin iç boyutunu, kalbî tarafını temsil eden tasavvuf, dinî hayat ve düşüncenin bir alt başlığı olarak ele alınabilir. Aslında bütün dinler kalp ve ruhu esas alırlar. Ancak zamanla dinlerin şemsiyesi altında hayatın değişik kurum ve alanları neşv ü nema bulduğu için maddî-manevî, aklî-kalbî, dünyevî-uhrevî gibi tasnifler yapıla gelmektedir. İşte tasavvuf bu noktada hayatın gönül ve his boyutuna, kalp ve ruh âlemine ışık tutmaktadır. İnsana kendisini ve Rabbi’ni tanımanın yollarını göstermekte, kendisiyle ve çevresiyle barışık halde yaşamasının önündeki engelleri kaldırmanın usulünü öğretmektedir.
Dinin esaslarına değişik açılardan bakmanın getirdiği mezhep ve tarikat gerçeği bu yaşlı dünyanın eski vakıalarından bir tanesidir. Bu farklılıklar çoğu zaman hoşgörü ile karşılanmış, bazen “kardeş kanı”nın akmasına sebep olabilecek derecede menfi gelişmelere sebep olmuştur. Hoşgörü ve müsamahayı zirveye taşıyabilen, kemâli en üst seviyede temsil edebilen insan, aynı zamanda taassubun en koyusunu bayraklaştırabilen, tutuculuğu putlaştırabilen bir özelliğe de sahiptir.
Batı dünyasındaki aforoz, İslâm dünyasındaki tekfir silahı hep bu “dışlanma” yobazlığının, “benim gibi düşünmüyorsan yanlış düşünüyorsun” sığlığının neticesidir.
Ülkemize gelelim, bugün Türkiye’de mistisizme, tasavvufa, tarikata, mistiğe, mutasavvıfa, müride nasıl bakılmaktadır?
Burada mistik kelimesiyle diğer dinlere mensup kişiler kastedilmektedir. Hemen ilave edelim; Diğer dinlere mensup mistik şahsiyetler, rahipler, rahibeler... rahattır, takip edilmezler, tahkir edilmezler, tevkif edilmezler. Büyük salonlarda icra edilen “meditasyon” sahnelerinin bir “basılma” problemi yoktur. Ayakkabıların çıkartılması ve gözlerin yumulmasından sonra sahnede büyük fotoğrafı olan Shri Mataji hanımefendinin hayal edilmesinde de bir mesele söz konusu değildir.
Esas problem, tasavvuf ve tarikat dünyasıyla ilgilidir. Yukarıda işaret edildiği gibi mistik muhayyilesi olmayan toplum yoktur. Ve her toplumun tarihi şahsiyetlerinin önemli bir kısmı mistiktir. Çünkü bu şahsiyetlerin insan psikolojisinin en mahrem noktalarına ulaşarak ortaya koydukları prensipler, “zaman aşımı” engeline hiç takılmadan sürekli olarak güncelliğini koruyabilen bir özelliğe sahiptir. Bunun için toplumların siyasî hayatındaki dalgalanmalar, yönetim tarzı ile ilgili yalpalamalar söz konusu şahsiyetlerin saçtığı ışığı engelleyemez. Mutlakiyetçiler, meşrutiyetçileri, meşrutiyetçiler cumhuriyetçileri, cumhuriyetçiler demokratları sevmeyebilir. Ama hepsi Şeyh Edebâli’yi, Yunus’u sever, Ahmed Yesevî’yi, İsmail Hakkı Bursevî’yi tanır, Şeyh Galib’i okur, Mevlanâ ile hemhal olur, Hacı Bektaş’la anlaşır, Hacı Bayram’la uzlaşır, Niçin? Çünkü bu gönül mimarlarının hedefi sadece güzel insandır, kâmil insandır. Tavsiyelerinin bütünü, insanı insanlıktan çıkaran duygu ve düşüncelerin tashihi ile ilgilidir. Bu ustaların biricik gayesi “İnsan insanın kurdudur’ iddiasını geçersiz hale getirmektir. Günlük politikalarla, konjonktürel şartlarla, uluslararası oyunlarla ilgili olmadıkları için reçeteleri her zaman ve zemine uygun, her dönem ve rejimle uyumludur. Ulaşmak istedikleri nokta bütün problemlerin ve hastalıkların doktoru olan aşktır. Beş yüz sene önce Kerbelâ’da yazılan reçete bugün de aynen geçerlidir:
Kayd-ı gam-ı rüzgâr bir illettir Ol illete aşktır, tabîb-i hâzik (Fuzulî)
Ülkemizde 1925’te tarikatların yasaklanması tasavvufî hayatın müessesesi olan tekkelerin kapatılması bu konuda bir problem ortaya çıkarmıştır. Soru şudur:
Bir toplum mistik muhteva olmadan yaşayamayacağına göre bu servet ve sermayeden toplum nasıl istifade edecektir? Mevlevîlik tarikatı kapandı, Mesnevî’nin ışığı ve Mevlanâ’nın rehberliği ne olacak? Kadirilik yasaklandı, Eşrefoğlu Rumî susacak mı? Halvetîlik memnu’ hale geldi Niyazi Mısrî konuşmayacak mı?
Böyle durumlarda -bir damarı tıkanan kalbin yaptığı gibi- toplumlar da yeni yol ve damarlar üretirler. Çünkü “gönül dünyası” da kalbimiz kadar önemlidir. Ülkemizde tecellî şöyle oldu: Tek partinin meşhur Milli Eğitim Bakan Hasan Ali Yücel 1940’lı yıllarda şark klasikleri adı altında önemli bir çalışmayı başlattı. Türk toplumu, Mesnevi, Kuşeyrî Risalesi, Fususu -Hikem, Gülşen-i Râz, Hikem-i Atâfiyye, Nur Heykelleri, Lemaât, Baharisîan, Bostan, Gülistan gibi irfan dünyasının çeşmeleriyle buluştu. Tasavvufî kültürünü kovalayan, tarikat ayinlerini amansız takip eden idare, tarikat pirlerinin eserlerini para vererek tercüme ettirdi, yüzlerce, binlerce adet bastırarak yurdun dört bir bucağına dağıttı. İnsanların bu pınardan kana kana içmelerine vesile oldu.
Tasavvufî kültür ve tasavvuf… Hayat arasındaki bu tatlı tezat bugün de devam etmektedir. Resmî mehâfilde tarikat, en menfur kelimelerden biri olmaya devam ederken, devletin en üst noktasında görev yapan insanlarımız bir tarikat ayini olan semâ meclislerinde bulunmakta bir mahzur görmemektedirler.
Evet, toplumumuz tasavvufa hem yakın hem uzak, onu hem seviyor, hem sevmiyor, hem tanıyor, hem tanımıyor. Ona hem makbul hem maktul olarak bakıyor. Bu bir kararsızlık, bir tereddüt ve “iki arada bir derede” kalma halini doğuruyor. Bu sağlıksız durma toplumun his dünyasının gelişmesi için ciddi bir engel olarak ortaya çıkıyor. İkinci soru şudur:
Niçin tasavvuftan vazgeç(e)miyoruz?
Çünkü tasavvuf kültürü insan psikolojisinin en derin noktalarına ışık tutuyor.
Çünkü tekke psikolojisi, kâmil insanın inşasını öngörüyor.
Çünkü tarikat terbiyesi, kavgayı değil huzur ve sükûnu arıyor.
Çünkü tasavvuf büyüklerinin tespitleri çağlar üstü bîr özelliğe sahip oluyor.
Çünkü tasavvuf felsefesi, insan-kâinat-Allah üçlüsünü çözmek isteyen entelektüel zekâlara çok değerli, ipuçları sunuyor.
Çünkü tekke atmosferi bize ait olan güzel sanatların hepsine kucak açıyor.
Çünkü dergâh eğitimi insanın ayrılmaz bir özelliği olan hissi boyutunu mercek altına alıyor, geliştiriyor ve güzelleştiriyor.
Çünkü o, bizim etik ve estetik dünyamızın “olmazsa olmaz” pınarıdır. Susuzluğumuzu giderecek olan kaynaklardan biri de odur. “Kavgasız bir dünya”, “savaşsız bir cihan” arıyorsak tasavvuf kültürüne yeniden dönüp ciddî olarak bakmamız gerekiyor. Çünkü bu kültür insanın iç putlarım yıkmakta., insanı azgınlaştıran, bozan, kudurtan fikir ve duygulardan uzaklaştırmakta, onu amansız hastalıklardan “hikmet”, “mahabbet” ve “meveddet” ilaçlarıyla korumaktadır.
Bazı sûfîlerin zaman zaman söyledikleri cümlelere “takılarak” dergâhlarda üretilen bu düşünme ve yaşama tarzını reddetmek “pireye kızıp yorgan yakmaktan” farksızdır. Tasavvufî şahsiyetlerin eserlerinden bir cümle, bir nükte, bir menkıbeyi cımbızla çekip alarak bunun üzerine menfî bir felsefe kurmak sadece “bindiğimiz dalı kesmek” olur.
Toplumumuz için uzun soluklu reçeteler arıyor, günlük modalardan medet ummuyorsak, tasavvuf kültürü bizlere çok değişik ve renkli imkânlar sunabilir. İnsanın bütün kabiliyeti ve ihtiyaçlarına cevap veren bir dünya kurmak istiyorsak yeni baştan bakmamız gereken “tecrübelerimiz”den biri de bu kültürdür, Bize sunulan çağdaş-maddeci-kapitalist kültür veya başka sebeplerle bu kültürün uzağına düşmüş olabiliriz, hatta bu âlemi sevmeyebiliriz. Ama topluma yön vermek durumunda olan herkes bilmelidir ki onsuz olmaz. Bunu teslim etmemiz gerekir. İnatla murat bir olmaz. Ruhumuz ve toplumumuzla ilgili gerçekleri şu veya bu gerekçe ile görmezden gelmek bize sadece zaman kaybettirir.
Netice olarak;
Şehvetin sığlaştırdığı
Gürültünün sağırlaştırdığı
Materyalizmin imansız bıraktığı
Kapitalizmin dermansız bıraktığı
Kıskançlığın iyice hırçınlaştırdığı
Kibir ve gururun cılızlaştırdığı
Şehirleşmenin köksüzleştirdiği
Kaba-sabalığın öksüzleştirdiği
Cehaletin seviyesizleştirdiği
Gösterişin soysuzlaştırdığı
Şiddetin canavarlaştırdığı
Hırsın huysuzlaştırdığı
Çağımız insanına tasavvuf kültürünün vereceği çok şey vardır.
Prof. Dr. Mustafa KARA diğer yazıları
- 25 Ekim 2016 İslâm Medeniyetinde Tekke
- 09 Mart 2016 Rabbi Erinî…
- 31 Ocak 2016 İmam Azam´ın Talebesi, Dâvûd et Tâî (k.s)
- 31 Ekim 2015 Bişr el-Hafî
- 27 Şubat 2015 İnsan Bir Derviştir
- 06 Kasım 2014 Fenâ fi’l-Mürşid, Fenâ fi’r-Rasûl, Fenâ Fillâh
- 03 Haziran 2014 Fukaralıktan Kurtulmak
- 08 Şubat 2014 Tarikatların Ortak Unsurları
- 17 Eylul 2013 Yörük Değirmenler
- 24 Nisan 2019 Arınan Aydınlanmıştır
- 16 Şubat 2013 Mevlânâ’nın Sırrı
- 03 Kasım 2012 Gönül Kâbe’si
- 11 Ağustos 2012 Günaha Girme(k)
- 11 Mart 2012 Dengesini Kaybetti ve Düştü
- 29 Aralık 2011 Dünyevîleşmek Yahut Sekülerleşmek
- 05 Ekim 2011 Kur’ân’a Gönül Vermek
- 28 Haziran 2011 Gel Dosta Gidelim Gönül
- 15 Nisan 2011 Allah Haddi Aşanları Sevmez
- 26 Şubat 2011 Mevlîd-i Şerîf
- 25 Aralık 2010 Horasan Erenleri
- 25 Aralık 2010 Şehadet- Muhabbet Mektupları
- 12 Ekim 2010 Nasıl Bir İnsan?
- 08 Ağustos 2010 Nefs-i Mutmainne
- 08 Ağustos 2010 İnsan Bir Derviştir
- 22 Temmuz 2010 Allah’ı Anmak