Gönül Kâbe’si
Aşk gelince cümle eksikler biter...
İbadetlerimiz de bize benzer. Onların da bir ruhu bir bedeni vardır. Onların da bir özü bir şekli vardır. Namazın farzlarından biri ayakta durmak biri de yere kapanmak, secde yapmaktır. Farz olan, bu hareketleri yapmaktır. Bu hareketleri yaparken dua okumak farz değildir. Fakat namazın bu şekillerden ibaret olmadığını şu ayet-i kerime bize öğretiyor:
“Onlar namazlarında alçak gönüllü bir duyarlılık içindedirler.” (Mü’minûn, 23/2)
Hac ibadetimiz de böyledir. Dışardan bakıldığında belli zamanda, belli hareketleri yapmak, belli yerleri ziyaret etmek gibi görünür. İhram adını alan elbiseyi giymek, Arafat adı verilen dağda bir müddet kalmak, Beytullah diye isimlendirilen binanın etrafında dolaşmak… Ama iş bu giyinme, oturma ve dolaşma ile bitmiyor. Hac ibadetiyle iç içe olan “kurban” konusuna bakınız dikkatimiz nasıl çekiliyor:
“Fakat unutmayın ki onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları. Lâkin O’na ulaşan yalnızca sizin O’na karşı gösterdiğiniz takvânız (bilinç ve duyarlılığınız)dır.” (Hacc, 22/37)
Hac mevsimini doya doya yaşayanlar bu atmosferi tekrar tekrar yaşamak istemektedirler. Niçin? Çünkü insanımız bu mevsimde dinî hayatın derunî cephesiyle yüz yüze geliyor. Bir giden bir daha gitmek istiyor. Niçin? Çünkü müslüman bu mevsimde ve bu çöllerde gözyaşı ile tanışıyor. Giyinmek, oturmak ve dolaşmakla sembolize edilen bu davranışlarla ruhumuz arasında kurulan bağ bize doyumsuz anlar yaşatmakta, Allah ve Rasûlullah’a gönlümüzü açmakta, mahabbetin sonsuz sahillerine ulaştırmaktadır.
Bunu temin eden güç ise ibadette yoğun bir mevsim geçirmemiz, “dünya” ile olan ilişkilerimizi askıya almamız, tefekkürü yoğun bir zaman dilimiyle tanışmamızdır. Çünkü hayatın günlük dağdağa ve şamatası bu güzelliklere imkân vermemekte, bu zenginliklerin gün ışığına çıkmasına müsaade etmemektedir. Hâlbuki dinin hedefi ibadetlerin dış şeklinin kemâli değildir. Dinin hedefi, bu şekillerin yardımıyla özü yakalamak, kalbî olanı öne çıkarmak, ruhî olanın altını çizmek, hissî olanın önemine işaret etmek, nihayet “deli-divâne”ler gibi aşk ve mahabbetle kucaklaşmaktır. Çünkü,
“Aşk gelince cümle eksikler biter.”
Aziz dost,
Bir de başka bir fotoğrafa bakalım: İnsanımızın bu kadar muhteşem duygularla yaşadığı hac olayına maddî bir davranış olarak bakan insanlarımızın, bu ruhî-fıtrî boyutu görmeden onu sadece “döviz karşılığı” olarak değerlendiren “materyalist” bakış açıları ne kadar acı vericidir. Gittiğiniz yer Milano, Münih ise iyi; Mekke, Medine ise kötü diye bakan göz ne kadar ıztırap vericidir!
Hac olayını küçümseme, giderek hacılara karşı olan tavrımızı da yönlendirdi. Bu hastalığımız o kadar kötü noktalara ulaştı ki bu kelimeyi ihtiva eden mahalle adlarını bile altmış-yetmiş sene önce değiştirdik. İşte size Bursa’dan örnekler…
Mahallelerin eski ve yeni adları:
Hacıbaba – Ahmetaziz
Hacıilyas – İlyas
Hacıiskender – Akçardak
Hacılar – Konaklar
Hacısevinç – Sevinç
Hacısevindik – Sevindik
Hacıyakup – Eceyakup
Hacıyunus – Aksungur
Hacısinan – Konyalıoğlu
Hacıseyfettin – Mehmetçik
Ey din ve vicdan hürriyetini savunanlar,
Ey dinler arası diyalogdan yana olanlar,
Ey insana hürmeti öne çıkaranlar!
Ne olur önce hacca giden şu yanı başımızdaki insanın ibadetine hürmet edelim! Ne olur, hacca giden şu komşumuzun duygularını anlamaya çalışalım. Ne olur, gözyaşlarıyla “lebbeyk” diyen şu insanımızın iç dünyasını keşfetme yollarını arayalım. Niçin mi?
Çünkü bizim kültürümüzde insan sevgisi, Beytullah sevgisi ile anlatılır. Çünkü bizim “tecrübe”mizde insan gönlü ile Allah evi arasında bir bağ vardır.
Haccı ekber kılmak istersen gel ey zâhid beri
Âşıkın kalbi içinde sen bu Beytullah’ı gör
Nesimî
Gönül mü yeğ Kâbe mi yeğ eyit bana aklı eren
Gönül yeğ durur zira kim gönüldedir dost durağı
Yunus Emre
Kıblegâhı ve Beytullah’ı sevenler insanı da sevebilir. Kıblegâhı ve Beytullah’ı yıkmayanlar insan kalbini de yıkmazlar. Çünkü o kapısında şu hikmetin bulunduğu okulda okumuştur.
“Kıblegâh-ı Kibriyâ’dır yıkma kalbin kimsenin”
Mevlânâ önce bu ibadetin şuuruna varamayanlara sesleniyor:
“Ey hacca giden topluluk! Sevgili burada siz nereye gidiyorsunuz?” Daha sonra nereye gittiğini bilen, gerçeklerin farkına varan hacıya hitap ediyor:
“Ey Merve’yi gören, ey Safa tepesine çıkan… Ne mutlu sizlere! Günahlarla, dedikodularla kirlenmiş olan bu dudaklarımla nasıl olur da sizin gözlerinizi öpebilirim? Ben canımla, ruhumla gözlerinizi öper, ayağınıza başımı koyarım…” (Divan-ı Kebîr)
Prof. Dr. Mustafa KARA diğer yazıları
- 25 Ekim 2016 İslâm Medeniyetinde Tekke
- 09 Mart 2016 Rabbi Erinî…
- 31 Ocak 2016 İmam Azam´ın Talebesi, Dâvûd et Tâî (k.s)
- 31 Ekim 2015 Bişr el-Hafî
- 27 Şubat 2015 İnsan Bir Derviştir
- 06 Kasım 2014 Fenâ fi’l-Mürşid, Fenâ fi’r-Rasûl, Fenâ Fillâh
- 03 Haziran 2014 Fukaralıktan Kurtulmak
- 08 Şubat 2014 Tarikatların Ortak Unsurları
- 17 Eylul 2013 Yörük Değirmenler
- 24 Nisan 2019 Arınan Aydınlanmıştır
- 16 Şubat 2013 Mevlânâ’nın Sırrı
- 11 Ağustos 2012 Günaha Girme(k)
- 11 Mart 2012 Dengesini Kaybetti ve Düştü
- 29 Aralık 2011 Dünyevîleşmek Yahut Sekülerleşmek
- 05 Ekim 2011 Kur’ân’a Gönül Vermek
- 28 Haziran 2011 Gel Dosta Gidelim Gönül
- 15 Nisan 2011 Allah Haddi Aşanları Sevmez
- 26 Şubat 2011 Mevlîd-i Şerîf
- 25 Aralık 2010 Horasan Erenleri
- 25 Aralık 2010 Şehadet- Muhabbet Mektupları
- 12 Ekim 2010 Nasıl Bir İnsan?
- 08 Ağustos 2010 Nefs-i Mutmainne
- 08 Ağustos 2010 İnsan Bir Derviştir
- 22 Temmuz 2010 Allah’ı Anmak
- 04 Nisan 2010 Çağımız İnsanının Tasavvufa Duyduğu İhtiyaç