Zülcenâheyn

Zikrullâh’ın Bereket Ve Üstünlüğü

Zikrullâh’ın Bereket Ve Üstünlüğü

Şu kalpleri Allah’ı zikretmekle parlatınız. (en-Nihâye, I, 354)

İslâmiyet; ruh ve cesedi koruyan, dünya ve âhirete ait bir dindir. Onda ifrat da yoktur tefrit de. Dinimiz, bedenin hastalıklardan korunmasını teşvik etmiş, bunun için de gerekli tedbirleri almayı, zamanında doktora başvurmayı, hülasa gereken sebeplere yapışmayı emretmiştir. 

Buharî ve Müslim’deki hadîs-i şerîflerde:

“Muhakkak ki senin cesedinin de senin üzerinde hakkı vardır.” (Buhârî, Edeb/86, Savm/51, Teheccüd/15; Tirmizî, Zühd/64; Ebû Dâvûd, Salât/317) buyurarak bedeni koruyup muhafaza etmeyi,

“Yapabileceğiniz amellere devam ediniz.” (Müslim, 811) emrini vererek de gereğine göre hareket etmeyi emretmiştir.

Yine İslâm dini, bedenin hastalıklardan uzak tutulmasını emrettiği gibi ruha da büyük bir ihtimam göstermiş, maddî kirliliklerden onu uzaklaştırmayı emir ve teşvik etmiştir. Bu bağlamda hayvanî duygu ve düşüncelerden sakınılmasını isteyen dinimiz insana ruhî bir gıda hazırlamıştır ki, kişi o gıda ile kendi varlığını devam ettirip âhirette mutluluğa erer. Nasıl ki bedenden gıda kesildiği zaman insan sararır solar, kuvvet ve kudretten düşerek mahvolursa, ruhun da manevî gıdası kesildiği takdirde gücünü, kuvvetini, parlaklık ve olgunluğunu, nihayetinde de kemâlini kaybeder. İşte o zaman ruh, manevî olarak ölüme gider. Sahibi de hayvanlar derecesine, belki de daha aşağılara kadar düşer. Cenâb-ı Allah (c.c) insanın bu durumuna şu şekilde işaret buyurmuştur:

“Onlar tıpkı hayvanlar gibidirler. Belki de daha aşağıdırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (el-A‘râf, 197)

“Onlar diri olmayan ölülerdir. Ne zaman diriltilecek olduklarını hissetmiyorlar.” (en-Nahl, 21)

İşte bu ruhî gıda da Cenâb-ı Allah’ı zikretmektir. O zikir ile kalpler cilalanır, kuvvet bulur ve parlar. Bundan dolayı zikir ıstılahî olarak; kalbin huzur içinde Cenâb-ı Allah ile devamlı meşgul olup, onu unutturan her şeyden uzak kalmasıdır.

Zikir, lisan ile kalp ile veya her ikisi ile beraber olur. Ya cehrî veya sırrî olur. Zâkirin sadece kendisinin duyacağı şekilde zikretmesi haline “sırren yapılan zikir” denir. Zikir ferdi olabildiği gibi bir toplulukla (cemaatle) da olur. Kişinin yalnız başına evinin bir köşesinde Cenâb-ı Allah’ı zikretmesi ihlâsa daha yakındır. Böyle bir kişi hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde Cenâb-ı Allah’ın himayesinde olacaktır.

“… ve hâlî/tek başına bir köşede zikredip de gözleri yaşaran kimse…” (Buhârî, Ezan/36, Zekât/16, Rikâk/24, Hudûd/19; Müslim/91, Muvatta/14; Tirmizî, Zühd/53; Nesâî, Kudât/2)

Cemaatle birlikte yapılan toplu zikirler neşeyi artırır, tembellikten uzaklaştırıp uykuyu kovar. Cemaate ayrı bir canlılık kazandırır.

Nitekim hadîste:

“Bir topluluk, Allah’ın evlerinden birinde Kitâbullâh’ı okumak ve kendi aralarında öğrenmek için toplanmaz ki, onların üzerine sekine inmemiş, onları rahmet kaplamamış ve melekler onları indinde hatırlamamış olsun.” (en-Nihâye, I, 351) buyrulmuştur.

Cenâb-ı Allah’ın kitabını okumak, öğrenmek, bunun için gayret sarf etmek de bir zikir sayılır. Böyle bir toplum üzerine;

ü Sekine iner.

ü Allah’ın rahmeti onları kaplar.

ü Melekler onları kuşatır.

ü Cenâb-ı Allah, meleklerine karşı onlarla övünür.

Mü’min daima bir teyakkuz halinde olmalıdır. Dili susadığı zaman âzâları Cenâb-ı Allah’ı zikretmelidir. Bu da Cenâb-ı Allah’ın emirlerine uymak, yasaklarından da kaçınmakla olur. O’na itaat ve nafilelerle yaklaşmakla, Rasûlullâh’ın (s.a.s) emirlerine yatarken, kalkarken, girerken, çıkarken, yerken, içerken, elbisesini giyerken ve çıkarırken O’nun gibi yapmak ile arada olan irtibatı kesmemek gerekir.

Zikir; fikirle de olur. Cenâb-ı Allah’ın azametini düşünmek, mahlûkatın yaratılışını, güneş ve ayın hareket edişini, bunlardaki nizam ve intizamı tefekkür edip Cenâb-ı Allah’ın kudret sıfatı ile neleri yapmaya kadir olduğunu düşünmek de bir zikir sayılır. Yalnız bu son durum tesir ve sevap bakımından daha azdır. Evet, aslında bir saat tefekkürün Cenâb-ı Allah’ın büyüklüğünü düşünmenin fazileti de büyüktür.

Rasûlullâh’tan (s.a.s) zikrin ehemmiyeti ve kalbin cilası olduğuna dair çeşitli rivayetler gelmiştir.

“Şu kalpleri Allah’ı zikretmekle parlatınız.” (en-Nihâye, I, 354)

“Her durumda Allah’ı çokça zikrediniz. Zira dünya ve âhirette Allah’a ondan daha sevimli ve kulu kurtarıcı hiçbir amel yoktur.” (Keşfu’l-Hafâ, I, 160)

Rasûlullâh (s.a.s), her halükarda Allah’ı zikrederdi. Bu hususta Ebu Dâvûd’da olan rivayet şu şekildedir:

“Aişe validemizden (r.anhâ) rivayet edilmiştir ki; Rasûlullâh (s.a.s) her zaman Allah’ı zikrediyordu.” (Ebû Dâvûd, I, 9)

Yunus (a.s), Cenâb-ı Allah’ı zikredicilerden olmasaydı balığın karnında kıyamete kadar kalırdı. O, ne büyük kudret sahibidir ki, Hz. Yusuf”u kuyuda koruduğu gibi Hz. Yunus’u da balığın karnından ve büyük tehlikelerden kurtarmıştır. Rasûlullâh (s.a.s) da dualarında Cenâb-ı Allah’a şöyle yalvarırdı:

“Allah’ım! Beni sana şükreden, seni zikreden kıl.” (Ebû Dâvûd, II, 175)

Rasûlullâh (s.a.s), Muaz b. Cebel’in elini tutmuş ve şöyle buyurmuştur:

“Muaz! Vallahi seni seviyorum, sana her namazın peşinden şöyle dua etmeni tavsiye ediyorum; ‘Allah’ım! Seni zikretmekte, sana şükretmekte ve sana ibadet yapmada bana yardım eyle.’ (Ebû Dâvûd, II, 181)

İ‘lâ-i Kelimetullah (Allah’ın sözünü/dinini yüceltmek) için canla-başla ve mal ile Allah yolunda mücâhede etmek nefse ağır gelen ve fakat ecir bakımından büyük sevap bulunan cihat, bir noktada zikrullahta bulunan ecr u mesûbâta erişememektedir. Cenâb-ı Allah, cennet karşılığında müslüman mücahitlerin canlarını satın aldı. Onlara şehâdet gibi, peygamberlerinin rütbelerinden sonra en yüce mertebeyi ihsan buyurdu.

Eğer sen İbn-i Mesud’un (r.a) naklettiği;

“O (s.a.s), tehlîl getiren bir toplumun seslerini yükselttiklerini görmüştü de: ‘Bunlar dinde olmayan bidatları uyduranlardır. Bu meclislerden çıkartılsınlar!’ hadîsinin var olduğunu söylersen ben de şu açıklamayı yaparım. Hadîsin senedini açıklamaya, hafız imamların kitaplarında kimlerin tahrîc ettiğini ve sabit oluşunun takdirini bilmeye ihtiyaç vardır. Bu hadîs, geçmişte sabit olan birçok hadîs-i şerîflere muarız/aykırıdır. Çelişki olduğu zaman sübût-i kat‘î olan aşağıdaki hadîs-i şerîf yukarıdakine takdim edilir, yani amel olunur. Nitekim İbn-i Mesud, yukarıdaki söze aykırı bir davranış sergilemiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd’de diyor ki:

“Bize Hüseyin b. Muhammed, o da Mesudî’den, o da Amir b. Şekik’ten, o da Ebu Vail’den tahdis etmişlerdir ki; bunlar Allah’ın zikirden nehyettiğini sanıyorlar. Hâlbuki ben Abdullah’la oturduğum mecliste, o muhakkak Cenâb-ı Allah’ı zikrediyordu.”

Yine Ahmed b. Hanbel, Kitabu’z-Zühd’de, Sabit el-Bunanî’den tahriç etmiştir ki; Rasûlullâh (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:

“Muhakkak ki Cenâb-ı Allah’ı zikir edenler, üzerlerinde dağlar kadar günahları olduğu halde zikir için oturup meclisimden kalktıklarında üzerlerinde hiçbir günah kalmaz.”

İsimleri mukaddes olan Cenâb-ı Allah çok daha iyi bilir.


Zülcenâheyn diğer yazıları