Mizan

İlmi Ehlinden Almak

İlmi Ehlinden Almak

Ceddimizden Allah (c.c) razı olsun. Onlar ilmi ve erbabını çok iyi bilirlerdi. Psikolojik tedavi hususunda da pek çok deneyimler kazanmışlardı. Buna rağmen bu alanda uzman olan hekimler, tedaviye cevap veremeyen hastalarını postnişin Meşayihlere gönderirlerdi.

Bir kimse hangi yolda yürürse, o yolun yolcusu olur. Hangi yolda çokça vaktini sarf ederse, o yol hakkında bilgi sahibi olur. Hangi yolda gayret, sabır, özen ve azim gösterirse o yolda mesafe kat eder, o yolda ehil kimselerden olur. Ehil ve ehliyet sahibi ise, bilgisi nispetince söz söylemeye hak sahibi olur.

Her ilmi erbabından almak, akıllı insanların işidir. İlim dünyası, ucu bucağı belirsiz koca bir okyanus gibidir. Her insan buradan nasibi kadarını alır ve hayata veda eder. Kimi insan belli konulara ve ilmin dallarından birine yönelir. Kimi insanlar da ilmin birden çok alanlarında uzmanlaşmaya gayret ederler. Ama ömürler kısadır, bunda çok az kişi başarılı olabilir. Sosyal hayat için branşlaşma, belli hususlarda uzmanlaşma hem kaçınılmazdır, hem de gereklidir. Çünkü herkes her konuda bilgi sahibi olamaz.

Bazen toplum içinde veya televizyon kanallarında bitmek bilmeyen tartışmalara, uzlaşma bilmeyen konuşmalara şahit oluruz. Bu hengâmelerin perde gerisinde elbette cehaletler, art niyetler ve fitneler yatabilir. Ama esas itibariyle ilmin genişliği, meselenin hangi ilim dalını ilgilendirdiği, meseleyi izah edenin hangi ölçüler dairesinde açıklamalarda bulunduğu da konunun anlaşılması için gerekli hususlardandır. İlmin dalları, odaklandığı konular ve meselelere bakış açıları ile farklılıklar gösterir. Böylelikle ilim dallarının terimleri ve lügatları başka başka olur. Bazen bir şeyin ne olduğu hakkında söylenen farklı sözlerin hepsi bir hakikatin parçası olabilirler.

Bir kimsenin sabahtan akşama kadar bir kaya parçasını hareket ettirmeye çalışması fakat bu fiilinde başarılı olamaması, fizik bilimde hiç bir anlam ifade etmez. Yok hükmündedir. Çünkü fizikte bir iş ve oluş ortaya çıkması için bir hareket gereklidir. Ama bu kayayı hareket ettirmeye çalışan kimsenin niyetinin, emeğinin, gayretinin olduğu da açıktır. Dolayısıyla bu durum farklı ilim dallarında bir şeye karşılık gelmelidir, velev ki bir hareket ortaya çıkmamış olsa da...

Biyologlar insanları "düşünen hayvanlar" olarak nitelendirirler. Bu tanım dışarıdan belki hoş görünmeyebilir ama işin aslı öyle değildir. Çünkü insan manadan soyulursa cismani ve nefsanî yönüyle yani et-kemik cihetiyle hayvanlara benzer. Ama zekâ cihetiyle de onlar arasında temayüz etmektedir. Demek ki bu ilim dalının konusu maneviyat olmadığından, cisme odaklandığından bu tanımlama sonucunu doğurmaktadır.

Dinî ilimlerde de meseleler bu minvaldedir. Meselâ Nakşi tarikinin mensubu olan sufilerin tarif ettiği, dil damağa yapıştırılarak yapılan "hâfi (gizli) zikir" terimi; fıkıh ilminde "ke enlem yekün"dür, yâni yok hükmündedir. Bu, şu demek oluyor: Aslında bu zikir, fâkih indinde bir zikir bile değildir. Her ne kadar fukaha da zikri, cehri ve hafi diye ikiye ayırsa da aslında onların hâfi zikirden kastı, yalnızca kendi duyabileceği kadar bir sesle yapılan kıraatten ibarettir. İşin şaşılacak tarafı da bazı sûfilerin; hâfi zikrin cehri zikirden daha müstehab olduğunu, fakihlerin sözlerini delil alarak savunmasıdır. Bu usülde, delilin kıymetlendirilmesinde yapılan bir metot hatasıdır. Çünkü dil hareket ettirilmeden yapılan bir zikir, fakih indinde bir amele benzememektedir. Fıkıh ilminin kapsamında bir durum değildir.

Meseleyi birkaç örnekle daha izaha kavuşturmakta fayda vardır. Güncel bir mesele olmasa da geçen yıllarda ülkemizin basınını meşgul eden konulardandı. Diyanet işlerinin, iç âleminde bazı sapkın meyiller bulunan bir kimsenin durumu hakkında sorulan soruya verdiği cevapla toplum infiale uğramıştı. Böyle bir soru bir fakihe sorulursa, fakih bunda zahiri bir delil arar. Bu gayet normaldir. Sapkın düşünceler, azalara intikal ettirilmemiş ise fakihin bir günah eyleminden veya nikâhı ifsat eden bir hükümden bahsetmesine hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü fıkıh böyle bir ilimdir. Neticede böylece verilen bir fetva ile fakihi kınamak yanlıştır. Aslında mesele gayet açıktır. Çünkü böyle bir suç iddiası ile hâkimin huzuruna bir kimse çıkarılabilir mi? Hâkimin bu iddiaya verebileceği bir ceza var mı? Elbette yoktur. Hukukta işler delil ile yürür. Ya da delil teşkil etmese bile şüpheli durumlar, hâkime tedbir almayı gerektirebilir. Ama böyle bir unsur yoksa hâkim-savcı yetkisini aşamaz, aşmamalıdır. O halde şu soru sorulabilir: Verilen bu fetva ile toplum infiali nasıl oluşuyor? Mademki fakih kendi yetki dairesinde doğru bir iş yaptıysa neden böyle bir sorun oluşuyor? Evet, aslında bu durumda bir yanlışlık yoktur. Ama eksikliklerin var olduğunu da ifade etmek gerekir. Çünkü İslam, sadece fıkıh ilminden ibaret değildir. Bu bahsi geçen sapkınlık, bir hastalıktır. Her ne kadar azalara intikal etmese de, etme riski vardır. Tedavi gereklidir. Fakih bu fetvasından sonra, bu durumun yetki alanına girmediğini, bu kimsenin psikolojik tedavi görmesi gerektiğini bildirmeliydi.

Ceddimizden Allah (c.c) razı olsun. Onlar ilmi ve erbabını çok iyi bilirlerdi. Psikolojik tedavi hususunda da pek çok deneyimler kazanmışlardı. Buna rağmen bu alanda uzman olan hekimler, tedaviye cevap veremeyen hastalarını postnişin Meşayihlere gönderirlerdi. Çünkü psikolojik hastalıkların nedenlerinde birçok derunî etkenler de yatmaktadır. Meşayihler bu hususlarda bilgi sahibidirler. Buna karşın diğer yandan da kendilerine fıkhî meseleler soranlara yetki haricinde cevap vermezler ve kadılara yönlendirirlerdi. Eğer herkes yetki ve hududunu bilir buna göre hareket ederse toplumda bu kadar basit olaylar ile infiallerin oluşma ihtimali de kalmazdı. İslamî ilimlerde de elbette farklı dallar vardır. Her âlim kendi ilim dalının dairesindeki bilgileriyle söz sahibidir.

Bu dengeler gözetilmezse eğer bilgi sahibi olmayanlar, fikir sahibi olurlar. Toplumun huzuru bozulur. Meydan sahte ve ehliyetsiz kimselere kalır. Mesela günümüz fitnelerinden birisi olan vehhâbilik akımı, bazı müslüman gençleri de etkilemiştir. Bu aslında malum İngiliz fitnesinin bir sonucudur. Olayın perdesini kaldırdığımızda ise bir yetki aşımının müslümanlara empoze edilmeye çalışıldığını, Muhaddislere Mütekelliminin vazifelerinin yüklenmeye çalışıldığını görürürüz. Yani uzmanlık alanı hadis olması gereken kimselerin yetki dışına çıkarak, İslamın inanç esaslarını ortaya koyan akâid alimlerinin uzmanlık alanlarına müdahele ettiklerini müşahede ederiz. Bu, sebze yetiştiren bir çiftçinin veya satışını yapan bir manavın aşçılıktan dem vurması gibi bir divaneliktir. Üretici ve satıcılar kendi mallarnın kalitesi hakkında iyi bir bilgi sahibi olsalar da, oradan bir yemek çıkarmak başka bir uzmanlık dalının konusudur. Neticede bunlar günah işleyenleri kâfir addettiler, Allah'ı (c.c) hâşâ cismanileştirmeye giden itikatlara düştüler. Tabiri mümkindir ki, yaptıkları yemekleri yiyenlerin sindirim sistemlerini bozdular. Fırsat kollayan İslam düşmanlarına malzeme verdiler. Maalesef gayri müslimlerin oyunları bununla da kalmadı. Tabiidir ki Muhaddisler ön plana çıkarıldıktan sonra, İslam itikadında delil kuvveti yeterli olmayan hadis-i şerifler de ön plana çıkarılacak ve sonraki plan bunları tartışmaya açmak olacaktı, oldu da...

Bu hususa bir örnek daha verecek olursak o da rabıta hususudur. Ne gariptir ki tasavvuf alanında bir terim olan bu husus hakkında ehliyetsiz pek çok kimseden türlü yorumlar çıkmıştır. Rabıta tasavvufta; bir talibin mânevi yetiştiricisi ile gönül bağı kurması, tahayyülünde onu canlandırması ve onun mâneviyatından istifâde etmeye çalışmasıdır. Bir mütekellim bu hususta nasıl şirk hükmü veya bir fâkih nasıl haram hükmü verebilir? Düşünmek ne zamandan beri ahkam-ı şer’iyyeye dâhil oldu? Hayal ve tahayyül hakkında şirk veya haram gibi bir fıkhî hüküm vermek, haddizâtında ne çirkin bir bid'attir. Bu Selefi Salihin hazeratında görülmüş bir hareket tarzı değildir. Hakiki bir fâkih, rabıta hususunda câiz demekten ve hususu ehline havale etmekten öte bir davranış sergilememelidir. Ki uzmanlık alanı tasavvuf olan mutasavvıf uleması bu meseleye "faideli bir iştir" demektedirler.

Madem ki ömürler kısadır, o halde toplumun bireyleri birbirinden nasıl istifade edeceklerini çok iyi bilmelidirler. Her ilim, erbabından metodunca alınmalı, usül hatası yapılmamalıdır. İlim sahipleri ve toplumu oluşturan fertler neyi, nerede, nasıl konuştuklarına ve neyi, nereden, nasıl aldıklarına dikkat etmelidirler. İşin doğalı budur. Yoksa doğallık bozulur ve dengeler elden gider.


Mizan diğer yazıları