Mizan

Kıssadan Hisseler

Kıssadan Hisseler

Kayıkçının Nasibi Meşhur bir hikâyedir… Osmanlı Devleti’nin en büyük hat sanatı üstatlarından biri Hafız Osman’dır. Hafız Osman, saraydan ayrılarak bir nevi emekli olduktan sonra istirahat için o devrin en sakin semtlerinden biri olan Üsküdar’a yerleşir. Fırtınalı bir günde kayıkla Beşiktaş’a geçmek ister. Sahilden bir kayığa biner. Yol bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister.

Fakat Hafız Osman, yanına para almayı unuttuğunu fark eder. Tabii artık çok geçtir. Bir çare gelir aklına.

Kayıkçıya:

“Efendi, yanımda param yok, ben sana bir ‘vav’ yazayım. Bunu sahaflara götür, karşılığını alırsın.” der.

Kayıkçı yüzünü ekşitir, söylenerek yazıyı alır.

Bir zaman sonra kayıkçının yolu sahaflara düşer. Bakar ki yazılar, levhalar yüksek fiyatlara alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve satıcıya götürür.

Satıcı yazıyı alır almaz,

‘Hafız Osman Vavı’ diyerek açık artırmaya başlar. Sonunda çok iyi bir fiyata satar.

Kayıkçı neredeyse bir haftalık kazancından daha fazlasını bu ‘vav’ ile kazanmıştır.

Gel gelelim, bir gün Hafız Osman karşıya geçmek istediğinde yine aynı kayıkçıyla karşılaşır.

Yol bitmek üzereyken ücretler toplanır. Hafız Osman da ücretini kayıkçıya uzatır.

Kayıkçı:

“Efendi, para istemez; sen bir ‘vav’ yaz yeter.” der.

Hafız Osman, tebessüm ederek cevap verir kayıkçıya:

“Efendi, o ‘vav’ her zaman yazılmaz.

Sen dua et başka bir gün para kesemi yine evde unutayım...”

 

Padişahın Şahitliği Tehlikede

Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt Han’ın bir meseleden dolayı mahkemeye gelip şahitlik yapması gerekmişti.

Ancak Bursa kadısı Molla Fenârî, hiç çekinmeksizin padişahın şahitliğini reddetmiş, mahkemede şahitlik yapma liyakatinde olmadığını iddia etmiş, gerekçe olarak da padişahın cemaatle namaz kılmakta ihmali olduğunu ileri sürmüştü.

Cemaati terk ederek, dinin mühim bir şiarında kusurlu davranan birinin şehadetinin kabul edilemeyeceğini söylüyordu.

Molla Fenârî’nin bu kararı ve gerekçesi hukuka uygundu.

Bu yüzden Yıldırım Beyazıt ona hiçbir itirazda bulunmadı. Gerçi o devirde kadıları tayin eden padişah olduğu için, istese onu görevden alabilirdi.

Fakat o, böyle bir davranışın hukuka en büyük saygısızlık ve adaleti ayaklar altına almak olacağını bildiğinden bu yola başvurmadı.

Bilakis Kadı Efendinin adalet işlerindeki tarafsızlığından, hükümdara karşı bile hakkı söylemek cesaretini göstermesinden çok memnun oldu.

Kısa bir süre sonra da, Kadı Efendinin ileri sürdüğü kusurunu giderdi.

Sarayın önünde bir cami yaptırdı ve elverdiğince beş vakit namazı, bu camide cemaatle kılmaya gayret etti.

 

Onlar mı Özürlü Yoksa Biz mi?

Yıllar önce, Seattle’da düzenlenen Engelliler Olimpiyatında, sıra 100 metre finallerine gelmişti. Finale kalan dokuz yarışmacıdan her biri ya fiziksel açıdan engelliydi yahut zihinsel açıdan.

Yarışmacılar, başlama çizgisindeki yerlerini aldılar ve başlama işareti verilir verilmez var güçleriyle ileri atıldılar. Hiçbiri, atletizm yarışmalarında görmeye alışık olduğumuz türden bir hamle gerçekleştiremedi elbette. Ama hepsi de güçleri yettiğince koşmaya, bitiş çizgisine varmaya çalışıyordu.

Biri hariç!

O, daha ilk birkaç metrede tökezleyip yere yuvarlanmış, dengesini koruyamadığı için yerde iki takla atmış, sonra da hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

O kadar yüksek sesle ağlıyordu ki, öndeki sekiz yarışmacı da onun hıçkırıklarını işitip önce yavaşladılar, sonra başlarını geriye çevirdiler, sonra da bitiş çizgisine doğru koşmayı bırakıp yerdeki bu sakat gencin yardımına koştular.

İçlerinden down sendromundan muzdarip bir kızcağız eğildi, gözyaşları içinde yerde oturan gencin dizini öptü ve elinden tutup onu kaldırmaya çalıştı. Diğerleri de yardımcı oldular kendisine. Sonra, dokuz yarışmacı el ele tutuşup bitiş çizgisine doğru beraberce ilerlemeye başladılar.

Yarış pistindeki bu tablo karşısında bütün stadyum ayağa kalkmıştı. Seyirciler dokuz yarışmacıyı da ayakta alkışlıyor; izleyenlere adeta insanlık veren bu genç yürekleri ağlayan gözlerle, hayranlık duyguları içerisinde izliyorlardı.


Mizan diğer yazıları