Mizan

İ'tidal Üzere Olmak

İ'tidal Üzere Olmak

Tarihte İslâm’ın güzel nasihatlerini dinlemeyenler ve ibret alamayanlar işin sonunda bizlere ibret olmuşlardır.

Dinimiz İslâm aşırılıktan uzak durmayı, kişiye toplumda nefret edilmeye sürükleyebilecek her türlü davranışlardan uzak durulmasını tavsiye etmiş, vasat yollu bir davranış usulünü nasihat etmiştir. Bu vasat yol, i’tidâl üzere olmak, ifrat ve tefritten berî olmak ile mümkündür. İfrat, orta yolun yukarısında hırs ile ilgisi bulunan bir aşırılıktır. Tefrit ise orta yolun aşağısında tembellik duygusu ile bağlantısı bulunan bir aşırılıktır. Her iki davranış da neticede i’tidâl üzere bulunmaktan uzaklaşmak ve aşırıya kaçmaktır.

Davranışlarda, ahlâkta ve bilhassa itikatta en doğru yol, i’tidâl üzere olmaktır. Tarihte İslâm’ın güzel nasihatlerini dinlemeyenler ve ibret alamayanlar işin sonunda bizlere ibret olmuşlardır.

Ehl-i sünnet itikadı üzere bulunan mü’minler, daim Allah Resulü (s.a.s) ve Ashabının yolunda yürümüşler, ifrat ve tefrite bulaşmamışlardır. 72 bozuk fırka ehl-i sünnetten kopmuş, türlü iddialarda bulunarak İslam topluluğunun geniş caddesinden ayrılarak aşırı uçlara savrulmuşlardır. Bunlardan kimisi günahların dinden çıkardığını iddia ederken, bunun aksine kimisi de günahların bir zararı olmadığını iddia etmiştir. Kimisi kaderi inkâr ederken, aksine kimisi de cüz’i iradeyi inkâr etmiştir. Kimisi Cenâb-ı Allah’ın sıfatlarını inkâr ederken, bunun aksine kimisi de O’nu mahluklara benzetmiştir. O yüzden bu ümmetin çoğunluğu orta yol üzere kalmış ve türlü fikri aşırılıkların bulunduğu bu fırkalara itibar etmemiştir. Ehl-i sünnet bu özelliği bakımından fırkalardan bir fırka değil, bilakis i’tidâl üzere hareket eden ümmetin en geniş caddesini temsil eden bir topluluktur. Bu güzîde toplum, İslam’ın ilk tebliğ edildiği dönemlerden bugünlere bulunduğu istikamet üzere sabit-kadem duranlardan olmuş; ayrılanlardan, aşırıya gidenlerden, sapıtanlardan olmamıştır.

İtikatta olduğu gibi, ahlâkta da i’tidâl üzere olmak gerekir. İsraf ve cimrilik, kibir ve zillet, ye’is ve ümit, korku ve cesaret… Aranılan şey, hep zıtların arasındadır.

Amelde yani davranışlarda da i’tidâl gerekir. Zira dinde aşırılık yoktur velev ki bu ibadet niyetiyle yapılsa dahi.

Peygamber (s.a.s) ocağında yetişen Enes b. Mâlik’in bize anlattığına göre, ibadete düşkün üç Sahâbî Allah Resûlü’nün gece ve gündüz yapmış olduğu nafile ibadetleri öğrenmek üzere onun evine geldiler. Belli ki Peygamberimizin bütün Müslümanlarla birlikte eda ettiği farz ibadetler dışında evinde iken Rabbine kulluğunu nasıl arz ettiğini merak ediyorlardı. İnananlara örnek olması bakımından aile yaşantılarını dahi gizlemeyen annelerimizden Peygamberimizin ibadet hayatı hakkında bilgi alınca bunun kendilerine az geleceğini düşündüler ve “Biz nerede, Peygamber nerede? Şüphesiz Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır!” dediler. Bu sebeple içlerinden biri, “Ben bundan böyle geceleri daima namaz kılacağım!” dedi. Diğeri, “Ben her zaman oruç tutacağım ve oruçsuz günüm geçmeyecek!” dedi. Üçüncüsü ise, “Ben de hanımlardan ayrı yaşayacağım, evlenmeyeceğim!” diyerek söz verdi. Onlar bu sözleri söylerken Resûlullah (s.a.s) çıkageldi ve şöyle buyurdu: “Şöyle şöyle söyleyen sizler misiniz? Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve en çok sakınanınızım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen oruç tutmam. (Gecenin bir kısmında) nafile namaz kılar, (bir kısmındaysa) uyurum. Ben, kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.”  (B5063 Buhârî, Nikâh, 1.)

Peygamberimizin sütkardeşi olan Osman b. Maz’ûn da benzer bir ruh hâline bürünerek dünyadan el etek çekmeye karar vermişti. Hatta kendisini ibadete öylesine adamıştı ki, bakımlı bir hanım olan eşi Havle’yi bile gözü görmez olmuştu. Havle’nin dağınık ve mutsuz görünümü Peygamber Efendimizin dikkatini çekince Hz. Aişe’ye bunun sebebini sormuş, o da eşinin bütün günü oruçla ve bütün geceyi namazla geçirmesinden dolayı Havle’nin, eşi olmayan bir kadın gibi kendini bıraktığını anlatmıştı. Bunun üzerine de Peygamber Efendimiz Osman’ı yanına çağırarak, “Yoksa benim hayat tarzımdan yüz mü çevirdin?” diye çıkıştıktan sonra inananları dengeli bir hayata çağıran şu cümleleri tekrarlamıştı: “Ben hem uyurum hem namaz kılarım. Bazen oruç tutarım, bazen de tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Allah’tan kork ey Osman! Bilesin ki, ailenin senin üzerinde hakkı var.” (Hadislerle İslâm, IV, 35.)

Eğer, “Sahabelerin dahi zaman zaman uzak kalamadığı bu durumu biz nasıl başarabiliriz? İnsan olmak ne kadar da zormuş” diyecek olursak, tamamen de haksız sayılmayız. Fakat bu, bir insanın bir yetişme sürecidir. Küçük yaşlarda aşırılıklar arasında yol arayan gençler, yaşlar kemâle erdikçe hâlleri ve davranışları da i’tidâlleşir. İşte durum da bir benzeridir. İslâm’ın tebliği kendilerine ulaştıktan sonra da Sahabeler, en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimize (s.a.s) tâbi olmuşlar ve günbegün yetişerek insanlığın en yüksek şahsiyetleri olmuşlardır.

Öyle görünüyor ki bu i’tidâl üzere olma inceliği ömür boyu devam eden bir süreçtir. Aşırılıktan kaçan kendini i’tidâl üzere bulur ama daha bir firasetle konumuna baktığında çok aşırı olmasa da yine zıtlıklarla karşılaşır. Daha güzeline, daha doğruya yönelir. Öyle ki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd,112) ayeti hakkında, Allah Resülü (s.a.s) “beni ihtiyarlattı” buyurmuştur. (Râzî, XVIII, 71; Hûd sûresinin kardeşleri hakkında bilgi için bk. bu sûrenin girişindeki “Fazileti” başlığı)

Peygamberlerden başka kimse, Allah’ın (c.c) koruması altındaki bir masum değildir. Demek ki beşer hata eder ve yanılır. Ama en güzel hata ve yanılma, sonrasında terk edileni, tevbe edileni, ibret alınanı, tedbir alınanı, daha iyiye ve daha güzeline yönelmek için çareler bulunanı değil midir?


Mizan diğer yazıları