Hz. Ali’nin Şahsiyeti

Rasûlullâh, Cenâb-ı Hakk’a yalvarırken: “Yâ Rabbi! Kaderin tahammülü müşkil tecellilerinden sana sığınırım” buyururmuş.

İlk dört müslümandan biri olarak Sâbikûn-i İslâm arasında yer alan; âlim, zâhid bir zattır. Aşere-i Mübeşşere’den olup Rasûlullâh’ın sancaktarı idi. Hz. Fatma ile nikâhlanarak Rasûlullâh’ın damadı ve bu mutlu izdivaçtan doğan Hasan ile Hüseyin hazretlerinin babası olmuştur.

Henüz sekiz-on yaşlarında bir çocuk iken, vahyin ilk geldiği günlerde Peygamber Efendimiz’i Hz. Hatice annemizle birlikte namaz kılarken görmüş ve ömründe ilk defa gördüğü bu şeyi merak edip sormuştu.

Peygamber Efendimiz, kıldıkları şeyin namaz olduğunu ve bu ibadetin, İslâm’ın şiar ve erkânından olduğunu, Hakk’a yaklaşmaya vesile olduğunu, bir çocuğun anlayacağı üslûpla anlatmış ve onu da İslâm’a dâvet etmişti. Hz. Ali, bir süre düşünmeyi uygun bularak hemen icabet etmemiş ve Efendimiz Hazretleri:

“Şayet İslâm’ı kabul etmeyeceksen ey Ali, şimdilik bu sırrımı gizle!” diye tembih etmişti. Ancak Hz. Ali’nin ruh dünyasında sabaha kadar fırtınalar ile hidayet rüzgârı ılık ılık esmiş ve iç dünyasında meydana gelen inkılâba mâni olamayarak sabahleyin erkenden Peygamberimiz’in huzuruna varmış ve kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmuştu.

Böylece Hz. Ali, şirk düzeninin hiçbir geleneğine bulaşmadan, hiçbir âdetine karışmadan ve putlara perestiş etmeden İslâm’la şereflenmiş oluyordu. Bu, Hz. Ali için Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lütfuydu. Ayrıca gençlik yıllarını Rasûlullâh’ın yanında geçirmesi ve terbiyesini “Rahmeten lil’âlemin”in dizinin dibinde tamamlaması, her mü’mine nasip olmayan bir mazhariyetti. Nitekim Hz. Ali çocuk yaşıyla beraber ilk müslümanların kaderini paylaşmış, ilk yılların çilesine ortak olmuş, Mekke döneminin âteşin imtihanlarından başarıyla geçerek olgunluk derecelerine tırmanmış, Rasûlullâh’ın ve ilk müslümanların sırdaşı olmuştu.

Mekke dönemi samimiyeti, Hz. Ali’nin hayatında bütün olaylarda gün gibi ortaya çıkmıştı. Bunun tesiriyle o, halifelik zamanında dahi siyaset oyunlarına katılmamış, her şeyi olduğu gibi söylemiş, hatta bu yüzden en yakın dostlarının dahi:

“Cesur adamsın, lâkin siyasî davranmıyorsun. Bu yüzden de başarısızlığa uğruyorsun” diyerek eleştirisine uğramıştı.

Onun gönlü; Rasûlullâh’ın devrinde, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in zamanında geziniyordu. Bu yüzden Sâbıkûn-i İslâm’dan, Aşere-i Mübeşşere’den olan ve Rasûlullâh’ın terbiyesinde büyüyen Hz. Ali; fazilet, ilim, beceri bakımından kendisinin çok gerisinde bulunanlar karşısında yenilgiye uğramaktan kurtulamayacaktı. Mukadderat, onu bir sabah namazına giderken Hâricî bir câninin kılıç darbeleriyle âhiret cihetine çekti…

Hz. Ali cesur ve fedakâr bir kimseydi. Hz. Peygamber hicret yolculuğuna koyulurken, Şiblî’nin ifadesiyle ertesi sabah kanlı bir saldırıya hedef teşkil etmesi ihtimal dâhilinde olan Hz. Peygamber’in yatağına, gül bahçesine girer gibi giriyor ve Rasûlullâh, evinden geceleyin çıkıp gidiyordu. Ertesi sabah Rasûlullâh’ın yatağında yatanın Hz. Ali olduğu anlaşılınca, azarlanıp dövülmüş ve bir süre hapsolunmuştu. Uzun hicret yolculuğunu Hz. Ali, tek başına gündüzleri gizlenerek, geceleri yol alarak katetmiş ve üç gün ara ile Kuba’da Efendimiz Hazretlerine kavuşmuştu. Yol meşakkatinden çok yorgun düşmüştü, ayakları şişmişti. Ancak bu ihlâslı mü’mine, Rasûlullâh’ın şifalı tedavisi yetişti ve Allah’ın (c.c) izniyle sıhhat ve afiyetine kavuştu. Hz. Ebû Bekir gibi Hz. Ali de özellikle Rasûlullâh’ın hicret yolculuğundaki dostlarındandır. Ancak biri mağara, ötekisi hücre dostudur.

Tebük’ten başka bütün gazalarda bulunmuş ve çoğunda sancak onun elinde iken zafere kavuşulmuştur. Hayber zaferi, bunlardan biridir. Savaşlardan önceki teke tek vuruşmalarda Hz. Ali, İslâm askerlerinin gözbebeği iken düşman askerlerinin gözdağı ve korkulu rüyası olmuştur. Onun salladığı kılıçlar, çok düşmanı savaş alanından saf dışı etmiştir. Tebük Seferinde bulunmayışının sebebi, Hz. Peygamber tarafından Medine’de “kâim makam” bırakılmasıdır.

Hz. Ali’nin, Rasûlullâh’ın vefatını müteâkip gelişen Benû Saîde Meclisindeki neticeyi eleştirmesi ve kendisiyle beraber bazı Hâşimilerin bey’atta gecikmelerinden, halifeliğe istekli olduğu anlaşılıyor gibiyse de, Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra müslümanların halifelik teklifini tereddütle karşılamış ve hatta reddetmişti. Ashâbın ısrarı üzerine ve kendisi iş başına gelmezse, İslâm dünyasının târumâr olacağı kanaati hâsıl olduktan sonra halifeliği benimsemiş, ancak bunun gizli kapaklı bir şekilde kapı arkalarında hal olunacak bir şey olmadığını, seçimin ve bey’at resminin Mescid’de açıkça yapılmasını istemişti.

Halifeliği, Mescid’de açıkça benimsenmiş, onaylanmış ve millet tarafından bey’at olunmuştu. Ne yazık ki, Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra halifelik makamına gelmesi ve ellerinde kılıç zorbaca ortalıkta dolaşan isyankârlara karşı güçlü bir merkezî otoritenin o an için kurulamayışı ve de katillere kısas yapma zemininin doğmamış bulunması, buna karşı birtakım grupların kendisi hakkında ileri-geri konuşması, onun için en büyük şanssızlık olmuş; bu sebeple İslâm dünyası onun değerli şahsiyetinden arzu edilen büyük faydayı temin edememiş; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te, Hayber de din düşmanlarının korkulu rüyası olan kılıcını, âsi müslümanlar üzerine çevirmek zorunda kalmıştır.

Bunun neticesinde hâsıl olan gelişmeler, Rasûlullâh’ın haber verdiği ve Hz. Ömer’in endişe duyduğu fitnelerin birbiri ardınca ortaya çıkışı şeklinde olmuştur.

Rasûlullâh, Cenâb-ı Hakk’a yalvarırken:

“Yâ Rabbi! Kaderin tahammülü müşkil tecellilerinden sana sığınırım” buyururmuş.

Hz. Ali âlim bir zattı. Ashâbın ileri gelenleri, karmaşık meseleleri Hz. Ali’ye sorarlardı. Meşhur müfessirlerden İbn Abbas, onun talebesiydi. Abdullah b. Mes’ud Hazretleri diyor ki:

“Hz. Ali’den başka hiç kimse, müslümanlara ‘müşkiliniz varsa bana sorun’ demezdi.”

Çünkü Hz. Ali diyordu ki:

“Bana Allah’ın kitabından sorunuz, zira ben âyetlerin kimin hakkında, kimin aleyhinde, gece mi, gündüz mü, yoksa dağda ve çölde mi nâzil olduğunu bilirim.”

Hz. Peygamber (s.a.v) onun hakkında:

“Aranızda hüküm ve kazada en üstününüz, Ali’dir” buyurmuştu. Bu yüzden Hz. Ali, kendisinden evvelki üç halife devrinde sürekli olarak, “Baş Kâdılık/Kâdiyü’l-Kudât’lık” görevini üstlenmiştir.

Tâbiûndan Ebu’l-Esved ed-Düelî’nin naklettiğine göre bir gün bu zat, Hz. Ali’nin yanına gitmişti. O, tefekkür halindeydi. Sebebini sorduğunda,

“Arap dili giderek bozuluyor, onu bozulmaktan nasıl kurtarırım diye düşünüyorum” buyurur. Aynı zat, üç gün sonra tekrar yanına gittiğinde Hz. Ali ona; fiil, isim ve harften bahseden bir kâğıt vermiş ve “Tetkik et ve aklına gelenleri buna ekle” demişti. Böylece nahiv ilminin ortaya çıkışında Hz. Ali’nin işaret ve gayretinin önemli rol oynadığı görüşü vardır.

Ammâr b. Yâsir (r.a.), Hz. Peygamber’in Ali hakkında şöyle dediğini bildiriyor:

“Ey Ali! Hak Teâlâ sana herkeste bulunmayan bir ziynet vermiştir ki bu, zühddür. İşte bu dünya zühdü, sende olduğu müddetçe, ne sen dünyadan ve ne de dünya senden bir şeye erişemiyorsunuz.”

Hz. Ali’nin, çok cömert olduğu bilinmektedir. Hatta muhtaçları, yoksulları kendinden ve yakınlarından önce düşündüğü kaynaklarda geçer. Bir gün hiçbir şey bulamayınca, bir fakire yüzüğünü tasadduk etmişti. Onun oruçlu iken, hazırlanan iftar yemeğini fakirlere verdiği ve o gün iftariyesiz kaldığı bilinmektedir.

“Yoksula, yetime, esire seve seve yemek yedirirler.” (İnsan, 8) âyetinin, Hz. Ali gibi zatlar hakkında nâzil olduğu rivayet olunur.

Hz. Ali, bir şirinde mealen şöyle diyor:

İnsanlar yaratılış bakımından eşittirler, çünkü babaları Âdem ve anneleri Havva’dır; kim aslıyla şerefleniyorsa, “su ve toprakla şerefleniyor” demektir. Fazilet ve meziyet (üstünlük), ancak ilim ehlinindir. Zira ilim sahipleri, hidayet yoluna girmek isteyenlere kılavuzluk ederler. Kişinin kıymeti, yapmış olduğu iyilikle ölçülür. Cahiller ise, ilim ehline düşmanlık ederler. Sen ilim elde etmeye devam et. Sakın ilme bedel başka bir şey peşine düşme. Çünkü cahiller ölü, âlimler ise, diridir.”

Bir şirinde de şöyle diyor:

“Saçlarım ağardığı halde, hırsımın saçları henüz ağarmadı. Gerçekten de dünyaya hırslı olan kişi, meşakkat içindedir. Bana ne oluyor ki, bir rütbeyi arayıp ele geçirdikten sonra gözüm daha yüksek rütbelere bakmaktadır. Ey muhatap, Allah için doğru söyle! Nice eve uğradın da, lezzet ile dolu iken etrafında ölüm sancıları uçuştu da harabeye döndü. Sen çalışmanın dizginlerini pek salıverme. Bütün istediğine erişemezsin, Allah’a yemin ederim ki, rızıklar, sadece sa’y u taleple (çalışıp istemekle) elde edilmez; bazen devesini pek yormayan yani kazanç yolunda emek harcamayan kişi çok mal kazanır, bazen rızık peşinde istekle çok koşan kişi, hiçbir şey kazanamaz.”

Şiirleri dışında, nesir olarak söylediği hikmetli cümlelerinden bazılarını da mealen burada kaydedelim:

“Ya Rabbi, seni gözler göremez ki, büyük şanından haber verebilsin! Zira sen, seni vasf etmeye teşebbüs eden yaratıklarından önce vardın.”

“Allah’ım! Sen mahlukatı yalnızlık ve bir endişeden dolayı yaratmadın, bir menfaatinden dolayı, onlardan hiç bir istekte de bulunmadın.”

“Kimi istersen, senden kaçıp kurtulamaz. Kimi muaheze etmek istersen, senin gazabından kurtulamaz. Sana isyan eden, senin hâkimiyet ve otoritene noksanlık veremez. Sana itaat eden, senin mülkünde bir artışa sebebiyet veremez. Senin hüküm ve kazan önünde hoşnutsuzluk gösteren, senin emrini reddeyleyemez. Senin fermanından yüz çeviren, senden müstağni olamaz.”

“Bütün sırlar, ‘ınd-i ilâhinde apaçık ve bütün bilinmeyenler senin yanında hazırdır.”

“Her şey, sende nihayete erer, senden başkasına sığınmanın imkânı yoktur. Müracaat olunacak ancak sensin. Senden başka kurtarıcı, hidayet ve necat verici yoktur. Kâinatta hareket eden her canlının itaati, senin kudret elindedir. Bütün Âdemoğlunun varıp döneceği, sığınacağı ancak sensin.”

“Ya Rabbi! Seni tenzih ve takdis eylerim ki, yarattıkların arasında gördüğümüz ne büyük şeyler var!

Ve onların büyüklüğü, senin azametin yanında ne kadar küçüktür!

Senin melekûtundan gördüğümüz büyük tecelliler, ne kadar muhteşemdir!

Ve bu muhteşem şeyler senin, aslına eremediğimiz otoriten ve hükmüne nispette ne kadar hakirdir, ne kadar küçüktür!

Ya Rabbi! Dünya nimetleri ne kadar çeşitli ve çoktur!

Ve âhiret nimetlerine göre, bunlar ne kadar küçüktür!”


Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL diğer yazıları