Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

Vefakârların Önderi: Fahr-i Kâinât Efendimiz

Vefakârların Önderi: Fahr-i Kâinât Efendimiz

Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.

 Sevgili Peygamberimiz, her konuda olduğu gibi vefakârlıkta da önderdi. Ahdinde dururdu, vadinde sadıktı, sözünden caymazdı, kendisine ve ashâbına yardımı dokunanları asla unutmaz, dostlarını sık sık arar, hâl ve hatırlarını sorardı. İnsanlara sevgisi sürekli,  hizmeti samimi ve daimi idi. Müslümanlara da sevgi ve dostlukta samimi olmalarını hatırlatır, çıkar ve menfaatler önünde değişmemelerini, insanlarla ilişkilerinde sevgi ve saygıyı hâkim kılmalarını tavsiye ederdi.

Hakkikat Bağının Serv-i Bülendi Efendimiz Hazretleri, en başta Yüce Allah’a karşı vefakârdı. Cenâb-ı Hakkk’ın lütuf ve bağışlarına gereği gibi şükreder, ilâhî ihsan ve nimetlere karşı hamd ve şükrü, kul olmanın bir gereği sayardı. Şükreden bir kul olmak, onun en büyük gayesi idi.

İslâm’ın tebliği esnasında karşılaştığı tüm sıkıntı ve engelleri yılmaz iradesiyle göğüslemesi, her durum ve ortamda İslâm’ı yayma çabasını titizlikle sürdürmesi, onun vefa anlayışının tebliğe ve hizmete bir yansımasıdır. Çünkü Yüce Allah, ona, insanlığı kurtarma ve ıslah görevini vermiş, o da bu şerefli görevin sorumluluğunu en yüksek derecede yerine getirmiş, bunun için derin bir vazife aşkıyla çalışmıştır.

Habîb-i Hudâ ve Şefî-i Rûz-i Cezâ Efendimiz, verdiği sözde dururdu. İslâm’ın yayılmasına hizmet edenleri, İslâm’ı üstün bir kişilikle en güzel bir şekilde temsil edenleri, kendisine, yakın çevresine ve ashâbına yardımı dokunanları asla unutmaz, din kardeşlerini ve aile dostlarını zaman zaman arayıp sorardı. Gördüğü her iyiliğe teşekkür etmek, daha fazlasıyla karşılık vermek, sürekli iyilik düşünmek ve iyi (sâlih) davranışlar geliştirmek onun önemli özellikleri arasındaydı.

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, zor anlarında kendisine destek verenleri hiç unutmamış ve kalbinde onlara hususi bir yer ayırmıştır. En zor zamanda ona en yakın desteğini esirgemeyen Hz. Hatice’yi “Kendi zamanındaki İslâm kadınlarının en hayırlısı” olarak nitelendirmiş ve ona “cennette bir ev verileceği”ni müjdelemiştir.

Kendi grubu içinde ilk Müslüman olan ve tereddüt etmeden İslâm’a girmesiyle tanınan, -miraç dâhil- Rasûl-i Ekrem Efendimizin naklettiği her haberi hiç şüphe etmeksizin tasdik eden Hazreti Ebû Bekir, Efendimiz tarafından “Sıddîk ve Atîk” unvanlarıyla taltif edilmiş, “İslâm kardeşliğiyle bütün Müslümanlar kardeş kılınmamış olsaydı, insanlar arasında onu birinci dost (halîl) edinebileceğini” ifade buyurmuş, vefatından önce camiye açılan evinin kapısının açık kalmasına izin vermiş ve sağlığında imamete getirmiştir.

Keza ebeveynine kavuştuğu halde, kendisinin yanında kalmayı tercih eden Hazreti Zeyd’e ve onun oğlu Hazreti Üsâme’ye hususi bir sevgi beslemiş, her ikisini de kumandanlık mevkiine getirmiştir.

Hazreti Ömer, Hazreti Ali, Hazreti Osman, Hazreti Sa’d b. Ebî Vakkas, Hazreti Zübeyr, Hazreti Talha, Hazreti Abdurrahman b. Avf, Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Ubeyde b. el-Cerrah ve Hazreti Zeyd b. Amr gibi zatları İslâm’ın ilk yıllarındaki hizmetlerinden, zor zamandaki desteklerinden dolayı daima övmüş ve cennetle müjdelemiştir.

Hatta Müslüman olmadığı halde kendisini her türlü güçlüğe karşı himaye eden, düşmanların hücumuna karşı siper olan amcası Ebû Tâlib’i de İslâm’a kazanmayı çok arzu etmiş ve bu vesileyle âhirette ona şefaati gönlünden geçirmiştir. Takdir-i ilâhî gereğince İslâmiyet amcasına nasip olmamışsa da gönlünden bunu geçirmiş olması bile onun ne kadar ince bir vefa hissine sahip olduğunu göstermektedir.

Rasûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliği, Hazreti İbrahim’in, “Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, Kitab’ı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder!” (Bakara, 2/129) âyetinde belirtilen mübarek ve samimi duasının bir bereketi eseridir. Hazreti İbrahim duayı oğlu İsmail aleyhisselâm ile Kâ’be’yi bina ettikten sonra yapmıştır. Nitekim Server-i Enbiyâ Efendimiz de “Ben büyük babam İbrahim’in duasına, kardeşim İsa’nın müjdesine ve annem Âmine’nin rüyasına mazhar olmuşumdur.” buyurmak suretiyle hem Hazreti İbrahim’i, hem Hazreti İsâ’yı, hem de annesini minnetle anmıştır. Bu, ondaki derin vefa duygusunun bir eseridir. Bilhassa Hazreti. İbrahim’in duasına karşı Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm, ömür boyu minnettar kaldığı gibi, kıyamete kadar da bu minnet duygusunu ümmetinin zihnine nakşetmiştir. “Salli-Bârik” dualarında “Âl-i Muhammed”in ardından hemen “Âl-i İbrahim” zikredilmiştir ki, bu dualar, Hazreti İbrahim tarafından yapılan duanın Cenâb-ı Hakk katında kabulüne karşı bir şükranesi ve Hazreti İbrahim’i minnetle - rahmetle anmasıdır.

Bu, çok zarif ve çok hassas bir vefa duyusunun eseridir.

Rasûl-i Ekrem Efendimizin vefakârâne davranışlarının hangi yüksek derecelere eriştiğini gözlemleyebilmek için isterseniz bazı tarihî olaylara birlikte göz atalım ve üzerinde ibretle düşünelim:

Peygamber Efendimiz, gençlik safhasında İslâm’dan önceki dönemde ticarî bir seyahat esnasında Abdullah b. Ebi’l-Hamsa ile bir alışveriş yapmıştı. Abdullah b. Ebi’l-Hamsa bu alışverişte Fahr-i Kâinat Efendimize borçlu kalmış ve biraz beklerse borcunu ödeyerek alışverişi tamamlayabileceğini hatırlatmıştı. Sevgili Peygamberimiz, şahsın bu isteğini geri çevirmedi. Ama şahıs verdiği sözü unutmuştu. Hatırladığında ise aradan üç gün geçmiş bulunuyordu. Hatırlar hatırlamaz alışverişin yapıldığı yere gittiğinde Efendimiz Hazretlerini orada buldu. Zira o, verdiği sözde durmuştu, söz verdiği yerdeydi. Üstelik o, sadece alacağını tahsil için orada değildi. Aynı zamanda, alışveriş yaptığı şahsın başına üzücü bir şey gelmiş olabileceğinden endişe etmişti.

Rasûl-i Ekrem Efendimizle ticaret yolculuğuna çıkan, alışveriş yapan herkesin ittifakla nakline göre o, güvenilir, sözünde durur bir tâcir idi.

Ticarette doğruluk, insan ilişkilerinde vefakârlığın toplum hayatına bir yansıması idi.

Gerçekten de Peygamber Efendimiz, ticaret ortaklarına, alışveriş yaptığı kişilere ve ticaret yolculuğundaki arkadaşlarına son derece nazik davranır, onlara vefakârlığın en güzel örneklerini gösterirdi. Ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi; gerektiğinde yardıma koşar, söz verdiğinde sözünde durur, ticaret ortaklarına her zaman dürüst davranırdı. Zayıfları korur, yoksulları himaye eder, genç yaşına rağmen haksızlığa karşı direnirdi. Dürüstlük, nezaket, yardımseverlik, adalet, mertlik, vefakârlık ve güvenilirlik onun en belirgin özellikleri arasındaydı.

Bir kere, Habeşistan hükümdarının elçileri Peygamber Efendimizin huzuruna gelmişlerdi. Efendimiz Hazretleri bunlarla yakından ilgilendi. Ashabtan bazıları, "Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hizmete yetişiriz, siz istirahat buyurunuz!" dedilerse de Peygamber Efendimizin bunlara şu cevabı verdiği duyuldu:

“Bunlar, Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim.”

Rasûl-i Müctebâ Efendimiz, müttefiklerine karşı vefalı idi.

Hudeybiye Barışı esnasında Müslümanların yanında antlaşmaya katılan Huzâe kabilesi, Kureyş’in yanında antlaşmaya giren Benî Bekir kabilesinin saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de el altından bu saldırılara destek veriyorlar, böylece kendileri müşrik bile olsalar Müslümanların safında yer almalarını hazmedemiyorlar ve onlara bir çeşit ceza uyguluyorlardı. Huzâeliler, durumu Efendimiz Hazretlerine ilettiklerinde o, derhal Kureyşlilere ültimatom gönderdi, uyarılara kulak asılmadığı anlaşılınca da peşinden ordu hazırladı. Bu olay, Mekke Fethi Seferi’nin sebebi olarak tarihe geçti. Böylece, Sevgili Peygamberimiz, kendi saflarında antlaşmaya giren bir müttefikinin hakkını -müşrik dahi olsa- hakşinaslık ve vefakârlık adına savunmuş ve düşmanları karşısında müttefikini yalnız bırakmamış oluyordu.

Mefhar-i Mevcûdât Efendimiz, kendisini tanımak üzere taşradan gelen kabile temsilcilerini misafirhanelerde ağırlar, onlara yakınlık gösterir, öğretmenler tayin eder, maddî ihtiyaçlarını gidermekle ilgili görevliler seçer, kabilelerine döneceklerinde de azıklar hazırlatır, yeni elbiseler hediye eder, bahşişler verir, İslâm dinine ilgi duyarak Medine’ye kendisini ziyarete gelen bu insanları unutamayacakları bir vefa duygusu ile uğurlardı.

Mut’im b. Adiy, Kureyş’li inkârcıların ileri gelenlerindendi. Vaktiyle Peygamber Efendimiz Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları onu şehre almak istememişlerdi; Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, sıra ile Mekke’nin ileri gelenlerinden bir kısmının himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler. Ancak, Mut’im kabul etti, oğullarını silâhlandırarak Peygamber aleyhisselâmı şehre aldı. Aradan yıllar geçti. Mut’im, Bedir Savaşı’nda Kureyşli inkârcılarla birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Ashâb-ı Kirâm’ın şairlerinden Hassan b. Sâbit Hazretleri, bu zâtın ölümünün ardından anlamlı bir mersiye yazmış; vaktiyle Peygamber Efendimizi himaye ettiğinden söz ederek şiirinde onu iyilikle anmıştı. Sevgili Peygamberimiz, kendi adına gösterilen bu vefakârlıktan hoşnuttu. Nitekim Bedir esirlerine ne yapılacağı tartışılırken söylemiş olduğu şu söz vefakârlıkta Efendimiz Hazretlerinin hangi yüksek derecelere ulaştığını göstermesi bakımından anlamlıdır:

“Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi, fidye (kurtuluş akçesi) istemeden (onun hatırına) hepsini serbest bırakırdım.”

Rasûl-i Müctebâ ve’l-Mürtezâ Efendimiz, insanları hep sevdi; onlara, doğruluğu, güzelliği, yüksek insanlık mertebesini kazandırmak için var gücüyle samimi ve sürekli çalıştı. Kendisine destek verenleri, İslâm’a hizmet edenleri bağrına bastı. Onlara hayır dua etti.

Herhalde yaşadığımız dünyada bize düşen de Efendimiz Hazretleri gibi vefakâr davranmak, her hususta onun derin vefa anlayışını bir feyz kaynağı olarak gönlümüze nakşetmek ve günümüz şartlarında davranış boyutu kazandırarak, görevlerimize, görev yerlerindeki insan ilişkilerine ve yürüttüğümüz hizmetlere yansıtmak olmalıdır.

Böyle yapabildiğimiz takdirde yaşadığımız muhitlerde, görev ve hizmetleri paylaştığımız insanlar arasında vefakârlık erdemine dayalı özgün bir anlayışın gelişeceğinde hiç kuşku yoktur.


Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL diğer yazıları