02 Aralık 2024
Editör

Bize Ulaşan Haberler

Bize Ulaşan Haberler

Kalplerinde hastalık olanlar ayetlerin müteşabih olanına meylederler.

Uzaklara veya dağlara kaçıp kendimizi toplumdan soyutlayabilmemiz pek mümkün değil. Öyleyse sosyal birer varlık olarak bizler, toplumla iç içe yaşamak durumundayız. İnsanlarla konuşmalarımızda veya basın gibi araçlarla bazı haberler ediniriz. Hatta etrafımızdan biraz uzak kalabilsek bile, kendi iç âlemimizde de bize ulaşan bazı haberler vardır: Akla gelen şeyler, görülen rüyalar, şeytan ve nefsin vesveseleri, kalbe doğan ilhamlar…

Hatta bazen sosyal paylaşım sitelerinde veya başka ortamlarda da haberin kaynağı olabiliyoruz. Hem kendi hakkımızı hem de kul hakkını gözetebilmemiz için ne yapabiliriz? Bu haberler ne derecede bir bilgi ifade ediyor? İslam âlimlerimiz haberi ve bilgiyi nasıl tanımlıyor? Çeşitli ilim erbabının bilgi elde etme metotlarına kısaca bir göz atarak ve bunları pratiğe dökerek, bize ulaşan bu haberlerin kıymet derecesini anlamak için kullanabilir miyiz? Takdir; Siz değerli okuyucu kardeşlerimize ait...

Bilgi yani ilim, doğruyu ifade eden şeydir. Bu tanımıyla ilim, Cenab-ı Allah’ın da bir sıfatıdır. Haber ise veridir. İnceleme neticesinde bir ilim ifade edip-etmediği ortaya çıkar. Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” [1] Habere yanlış veya doğru olarak bir değer verilebildiği gibi, doğru olabilme ihtimali göz önüne alınarak da bir değer verilebilir. Şu isimlendirmenin genel bir kanaat olduğunu söyleyebiliriz: Haberin doğru olma ihtimali zayıf görülüyorsa ‘vehim’, ihtimal yarı-yarıya ise ‘şüphe’, yarıdan fazla ise ‘zan’, doğru olma ihtimali çok kuvvetliyse ‘zann-ı galip’ (kuvvetli zan), tamamen doğru olması ise ‘ilim’ ifade eder. [2]Habere değeri kadar kıymet vermek de önemlidir. Aslında bu kavramlar biraz göreceli, kişiden kişiye değişebilmesi mümkün kavramlardır. Fakat doğruyu arayıp da haberlere tarafsız, doğal, hastalıksız bir nazarla bakabilenler arasında çok meselelerde ortak fikirler oluşabileceği de bir gerçektir.

Cehîl ve câhil kelimeleri ise daha ziyade bilgisi olmayan olan kişi olarak tanımlanabilirse de, diğer bir tanımı da yanlışı doğru sanan kimsedir. Mesela; Ebu Cehîl “cehîlin babası” lakabıyla meşhur olan şahıs, aslında o dönemin entelektüel, kültürlü varsayılan kişilerindendi. Bâtılı hak zannetmesinden bu lakap ona layık olmuştu...

Haber, aslında terim olarak daha dar bir anlam içerirse de halk arasında daha geniş manada kullanımları vardır. “Küçük bir baş ağrısı bir hastalığın habercisi olabilir” şeklinde kullanımlar halk arasında yaygındır… Habere bu geniş anlamıyla baktığımızda, bilgi alınabilecek haber kaynakları neler olabilir? Beş duyu organımızla edindiğimiz haberler, akıl, keşif ve ilhamı [3] sayabiliriz. Her ilim erbabı kendine hâs metotlarla bu kaynakları kullanarak bir inceleme neticesinde bilgiye ulaşmayı amaç edinmişlerdir. Bilgi ifade edemeyen verilere de ilme yakınlığına göre değer biçmişler, değerine göre de kıymet vermişlerdir. Çeşitli ilim erbabının, ilim elde etme metotlarına örnekler verecek olursak…

Bilim insanları, öncelikle aklî muvazene ile bir hipotez ortaya koyar. Yaptıkları deneylerle, edindikleri tecrübelerle bu hipotezi çürütürler veya ilim ifade ettiğini gördüklerinde fizik, kimya gibi ilimlerde bir formül, bir kural olduğuna hükmederler. Dini ilimlerde ise…

Müfessirler iseöncelikle muhkem ayetleri tespit etmişlerdir. Bu ayetler mana kapalılığı içermediği için ilim ifade ederler. Daha sonra diğer ayetleri muhkem ayetlerin çizdiği sınırlarla yorumlamışlardır. Çünkü ilim, ilimle çatışamaz. Mesela, Cenabı Allah’ın yarattıklarına benzememesi ‘muhalefetün l’il-havadis’ muhkem ayetlerdendir.[4] Böylece “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir”[5] gibi ifadeler içeren ayetlerin müteşabih (mana kapalılığı) olduğu anlaşılacaktır…

Tarih ve hadis ilimleri de müfessirler için yardımcı kaynaktırlar.[6] Ayetlerin iniş sebeplerini (sebeb-i nüzul) bilmek ve ayet indikten sonra sünnette bulunan açıklamalar, manadaki kapalılıkların giderilmesini sağlayacaktır. Böylelikle sebep-sonuç bağlamında, Kur’an-ı Kerim’de bildirilenlerin daha iyi anlaşılması sağlanacaktır.

Muhaddisler, yani hadis-i şerifleri inceleyen âlimler hadisleri iki açıdan denetlemeye tabi tutarlar: Senet ve metin.Tabiî ki muhaddisler, hadisi Sahabeler (r.anhum) gibi bizzat Allah Resulü’nden (s.a.s) almadıklarından öncelikle buna haber nazarıyla bakarlar. Hadisin senet bakımından incelenmesi; hadisi aktaran kişiler ve hadisin rivayet çokluğu üzerinedir. Bu nedenle hadis rivayet edenlerin tek tek araştırmaları yapılmış, hadisi nakledebilme hususundaki kusurları ortaya konmuştur.[7]Hadisin rivayet çokluğu da önemlidir. Bu da hadisin kaynağını kuvvetlendirecektir. Sağlam bir halatın yine kendinden daha küçük iplerin birleşmesiyle oluştuğu gibi… Metin incelemesi olarak da hadisteki söz, Kur'an veya diğer tetkikten geçmiş hadisler gibi ilim ifade eden değerlere arz edilir. Sonuç olarak, senet ve metin değerlendirmesiyle hadisin ilim ifade edebilme derecesi tespit edilir, en kuvvetlisinden en zayıfına kadar kategorilere ayrılır.

Mütekellimler, yani inanç esaslarını bildiren kelam âlimleri ‘doğru haber’ (mütevatir haber) kavramı üzerinde dururlar.[8] Şöyle bir örnekle misal verebiliriz: Bir adresi ararken her zaman navigasyon cihazı mı kullanırız? Genelde bir kişiye adres sorar ve cevaba göre hareket ederiz. Hâlbuki aldığımız cevap zan içerir. Bu da bize yeterli olur. Fakat birkaç kişiye daha sorup aynı cevabı alacak olsaydık zannımız daha da çok kuvvetlenecekti. Hatta kalbimiz mutmain olacak kadar çok fazla kişiye sorup herkesten yine aynı cevabı alacak olsaydık en sonunda biz de şu kanaat hâsıl olacaktı. “Artık bu haber yalan olamaz. Aynı yalanda bu kadar kişi ittifak etmiş olamaz.” İşte bu sözü söyleyecek kadar bir seviyeye ulaşan haberin yanlışlığında artık şüphe kalmaz. Bu haber, aynı şartları taşıyan toplulukların birbirlerine aktarılmasıyla mütevatir haber olur. Mesela bizler yakın zamana kadar kutupların buzul halde olduğunu ve bazı coğrafi bölgeleri mütevatir haberlerle biliyorduk. Günümüzde ise bu haberlerin doğruluğu uzaya gönderilen uydu görüntüleriyle de desteklenmiş oldu. Sonuç olarak dini haberlerin bir kısmı (Kur’an-ı Kerim ve bazı sünnetler) Peygamber efendimizden (s.a.s) mütevatir olarak ulaşmıştır. Bu dini haberleri kabul etmemek, haberi kabul etmemekten ziyade Peygamber Efendimizi (s.a.s) yalanlamak anlamına geleceğinden, kişinin küfre düştüğüne yani dinden çıktığına hükmedilecektir.[9] Tevatüre ulaşamayan dini haberlerin inkârı ise haberin ilim ifade etme derecesine göre kişinin itikadı durumu hakkında konumunu belirler. “Haber hakkında başka karineler de bulunduğu için küfre düşer”, “küfre düşebilir”, “küfre düşmesinden korkulur”, “sapık ve ehli bidat olur”, “görüşü itikadi açıdan tehlikeli değilse de ehl-i sünnet harici bir görüştür”, “ehl-i sünnet içinde bir görüştür” gibi cümlelerle kişinin durumu ifade edilebilir.

Fakihler yani amel esaslarını anlatan fıkıh âlimleri indinde; bize ulaşan haberlerin ilme yakınlığı nispetinde kıymet verilmesi ve buna göre amel edilmesi hususu üzerinde durmuşlardır. Konun izahı için birkaç fıkıh kaidesiyle örnek verecek olursak: Vehim, şüphe ve zan kavramları fıkıhta birbirlerine yakın anlamlar içerirken, zannı galip ise yakîn (kesin bilgi) ifade eder. Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) Mecelle şerhinde şöyle belirtir: “Şek (şüphe), sözlükte mutlak tereddüt demektir. Terim olarak ise bir şeyin meydana gelip gelmemesi yani olup olmaması konusunda aklın tereddüt etmesidir. Bu durum, iki taraftan birisini tercih edememek şekliyle ortaya çıkar. Eğer iki taraftan birisini kalb kanaat getirerek tercih ederse buna ‘gâlib zan’ denir. Gâlib zan ise kesin bilgi (yakîn) ifade eder. Galib zan yakîn derecesinde kesin bilgi verince, bir kimse başkasının evine girip o kimsenin hırsız olduğuna gâlip zan meydana gelse, ev sahibi tarafından öldürülmesi mübah olur.”[10]  Yine bir fıkıh kaidesidir…Şüphe ile yakîn bozulmaz.”[11] Yani abdest aldığına emin olup bozduğuna şüphesi olanın abdesti vardır gibi hükümler bu fıkhî kaidenin sonucudur.

Başka bir fıkıh kaidesi ise: “İddia sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir.”[12]Bundan dolayı iddia hedefinde olan kendini aklamakla yükümlü değildir. Birini suçlamak için delilsiz zan yürütmenin bir kıymeti yoktur. Böylelikle fakihler su-i zannın önünü kaparlar.

Vehim de, her ne kadar şüpheye benziyor olsa da hükmü farklıdır. “Vehim, hüküm ifade etmez.” [13] fıkıh kaidesiyle; yani bir kimse “evimin yanında komşunun samanlığı var, bu samanlıkta yangın çıkarsa benim evim de yanar” şeklinde bir şikâyette bulunursa, bu şikâyeti dikkate alınmaz. Şüphe ise daha farklıdır. Bir takva ölçüsü olarak da ifade edilebilir. Haram veya helalliği belli olmayan (mekruh) işlerden sakınmak gibi…

Meşayih, yani mana âlimi olan Şeyhler indinde ilham ve keşif; bazı mânevi tecrübelerle ilim ifade ederse de, bu ancak kişinin kendisi için delil olabilir. [14] Yani başkalarının bunu delil olarak alma zorunluluğu yoktur. Böylelikle art niyetli olabilecek kimselerin önü kapanır. Esas itibariyle tasavvuf kâl (söz) değil, hâl ilmi olduğundan Sufiler, bazı manevi olguları anlatırlarken teşbihler kullanabilirler. Mesela kalp bazen bir havuza, bazen de bir aynaya benzetilmiştir. Bazı hadis-i şeriflerde de “ölümü düşünmek, kur’an okumak, Allah’ı (c.c) zikretmek” gibi ibadetler kalbi parlatıcı olarak ifade edilmiştir. [15] İlim ise, maluma (bilinene) tâbidir. Malum olan ne ise ilim onu tarif eder. O halde bir yönüyle “ilim, eşyaya bakan bir aynaya benzer”[16] diyebiliriz. Fakat bu, hastalıklı veya kirli bir aynayla olmaz. Rabbimiz Kur’anda: “Kalplerinde hastalık olanlar ayetlerin müteşabih olanına meylederler.”[17] buyurmaktadır. Dolayısıyla ancak kötü ahlaktan temizliği ile ayna hâline gelen kalp, baktığı eşyayı en güzel bir şekilde anlayacak ve hak ettiği ilmi elde edecektir. Yunus Emre’nin (k.s) “ilim kendini bilmektir” sözüileifade ettiği mana da bu olsa gerekir.  Nefsin kötü istekleri ve şeytanın telkinleri ise malumdur ki asla ilim değildir. Kişiyi vehim ve şüphelerle saptırmak isterler. Zannı ilim gibi göstererek su-i zanna sebebiyet vermek ve ilmi kötü yönde kullandırmak cihetiyle de vazifeleri vardır. Aslında kişinin kibir, ucb, hased, riya gibi kötü sıfatlara meyletmesi bir yönüyle; bu telkinleri ilim sanmasından, hakiki bir anlamda bir kıymetlerinin bulunduğunu vehmetmesindendir.

Bu anlatılanlardan ne sonuçlar çıkarabiliriz? İlim ne kadar kıymetli bir hazine ki bunca âlimler, duyulara ve akla tamamen güvenmeyerek haberleri irdeleme ve türlü çabalarla ilmi elde etmeye çalışmışlar ve bizim istifademize sunmuşlardır. Aslında her bir ilim erbabı, bize ulaşan haberleri değerlendirirken kendi hâl dilleriyle kulağımıza bir şeyler fısıldıyor ve sanki bize bazı nasihatlerde bulunuyorlar… “Bilmediğin şeyin ardına düşme!”[18],“Bildiğiyle amel edene, Allah (c.c) bilmediklerini öğretir.”[19]“Nefsine esir olan, hayrı ve şerri seçemez.”, “Haberi aldığın kaynağa dikkat et!”,“İki doğru birbiriyle çelişmez.”, “Haberler, sebep ve sonuçlarıyla daha güzel anlaşılır.”“Haber, öncelikle ilimle tartılır.”, “Ortada açık bir gerçek yoksa farklı fikirler de olacaktır.”“İddia, ispatla değer kazanır.”, “Cahil ve tarafgir olan haberleri sağlıklı değerlendiremez.” gibi…  Aslında âlimlerin bu usullerini bilmemiz üzerimize dini bir vecibe[20]de değildir. Fakat buradaki bazı usullere dikkat edip tefekkür etsek, olaylara bakışımızda bizlere ufkumuzu açacak nice değerler kazandırabileceğini de göz ardı etmemek gerekir.

Allah (c.c) bâtılı bâtıl bilip uzak durmayı, hakkı hak bilip tâbi olmayı nasip buyursun. Bâtıl, iki zıt şeyin yâni birbirini yalanlayan iki fikrin aynı fikirde buluşmasıdır. Hak ise her fikriyle kendini doğrular ve destekler.[21]Sağlam bir bakışla hak ve batıl ortaya çıkar. Bu sağlam bakış, Cenab-ı Allah’ın mü’minlere bahşetmiş olduğu feraset kabiliyetidir. İnsanları aldatmaya yönelik ortaya konan haberler, böylelikle deşifre olur ve şu Peygamberî ifadeyle ikaz olunurlar. “Mü'minin ferasetinden sakının! Çünkü o, Allah 'ın nûru ile bakar.”[22] 

 

Dipnotlar:

[1] Hücurât, 6 [2] TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt: 39; Sayfa: 263, “Şüphe” Bahsi; A.g.e, Cilt: 44, Sayfa: 121 “Zan” Bahsi (Zann-ı galip için ise bknz. Tehânevî, II, 939) [3] Nefsini belirli bir seviyede ıslah etmiş kullarda görülen 5 duyu organı haricindeki his ve sezgiler. [4]Şura, 11 [5] Fetih, 10 [6] Tefsir Tarihi ve Usulü, (AÖF İlahiyat 1. Sınıf Ders Kitabı), Sayfa 74, “Tefsîrin Diğer İslâmî İlimlerle İlişkisi” [7] Normalde böyle davranışlar gıybet olacağından dinimizde yasak olsa da buradaki durum özeldir. [8] İslam Akidesi, Ömer Nesefi, Sayfa 15, “İlmin Sebepleri” Bahsi [9] A.g.e., Sayfa 23, “Mütevatir Haberin Hükmü” Bahsi [10] Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, I, 39 [11] Mecelle, 4. Madde: “Şek ile yakîn zail olmaz” [12] (Camiu’s Sağîr, I, 107) Mecelle, 76. Madde: “Beyyine Müddei İçin, Yemin İnkâr Eden Üzerinedir.” [13] (Mirât-ı Mecelle, s. 36; Düreru’l Hukkam, I, 158, 160) Mecelle, 74.  Madde: “Tevehhüme İtibar Yoktur.” [14] İmam Rabbani, Mektubat, Cilt 1, Çev: A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147; A.g.e Cilt 2, Sayfa: 1217 [15] Kudai, Müsned, II, 198-199; Beyhaki, Şuabü'l-iman, II, 353 ve Suyûti, Câmiu’l-ehâdis hadis no: 8007 [16] “Eşya”, şey kelimesinin çoğuludur. [17] Al-i İmran, 7 [18] Aynı zamanda bu ifade, Ayet-i kerimede de geçmektedir. (İsra, 36) [19] Aynı zamanda Hadis-i şeriftir. (Ebû Nuaym, Hilye, X, 15) [20] İmam Gazali (k.s) dini ilimlerde derinleşmeyi farz-ı kifaye olarak görmüştür. (İhya’u Ulumiddîn, Cilt 1, “İlim” Bahsi) Yani bazı Müslümanların yapmasıyla diğerlerinin üzerinden bu mesuliyet kalkar. Bir mü’minin cenaze namazını kılmak gibi. [21] Abdullah Demircioğlu Efendi Hz., Şifâi sohbetler [22] Tirmizi, 5/298


Editör diğer yazıları