Editör

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 20. Mektubu

Ankâzâde Köstendilî Halîl Efendi’nin, Tûti İhsan Efendi’ye 20. Mektubu

Tefekkür edemeyince de taklidde kalır. Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir? Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir?

Esselâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhû

Derviş İhsan Efendi oğlum

Tarîkat, kavl-i Muhammedî’nin yani şeriatın fiil-i Muhammedî’ye yani hayata tatbik edilmesine denir. Bir kişi tasavvuf terbiyesinden geçtiği halde, tezkiye-i nefis ve tasfiye-i kalb ilm-i haliyle meşgul olduğu halde bunlardan hissedar olmaz, ahvâlini değiştirmezse büyük günahlara düçâr olarak can verir. Fiil-i Muhammedî yani Efendimiz’in efâlini tatbikat hususunda tarîkat yolunun, diğer tatbikattan fark edilmesi gereken hususları vardır. Bir kerre sûfî her ne iş yaparsa yapsın, muhabbet ve irfan üzere yapar. Kuru kuruya taklidde kalmaz.

İbadet ve taatın zahirini muhafaza ettiği gibi, bâtınındaki neşeyi de kesbeder ve bunu ziyân etmez. Cenâb-ı Hakk âyet-i kerîmesinde “O kimseler ki, daimî namazdadırlar.” buyurmaktadır. Bir başka âyet-i kerîmede “Namazı muhafaza ediniz…” zikri geçer. Buradan anlaşılıyor ki hem namazı zahirî ve bâtınî şartlarıyla edâ etmek îcab eder, hem de o mananın kalbde uyandırdığı huşû’ ve huzur halini bir başka zikir haline kadar muhafaza etmek gerekir.

Taklid, nefs-i emmârenin sıfatlarındandır. Kişiyi hayvan derekesine düşürür. Hayvanat içerisinde maymun, taklid illetinin remzi olarak gösterilmiştir. Zira maymun yaptığı fiili idrak etmez. Aynen gördüğü gibi yapar lâkin o fiilden taklid ettiğinin aldığı zevki alamaz. Hatta maymunun bu mukallid halini görenler eğlenir, soytarı seyreder gibi zevk alırlar. Taklidde kalan kişi, ibadet ve taatta âbidleri, sâlihleri hatta süfîleri taklid eder lâkin işin künhüne(özüne) muttali olamayan bu nevi kişiler, maymuna şair insanların gülmesi gibi şeytanları kendilerine güldürürler.

Bir cemiyette taklid başladığı zaman o cemiyet muhakkak parçalanır, umum arasında ve diğer cemiyetler beyninde(arasında) rezil ve sefih duruma düşer. Taklidin ilacı tefekkürdür. Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalpteki doğru hissiyatın aklı ikaz etmesi, aklın da bu ikaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu hissiyatla hakiki ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de malûm olandan meçhulü bulmayı, mana sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder.

Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz. Kur’ân-ı Kerîm’de Ebu Cehil aleyhillâne için “fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü” manasına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur’ân-ı Kerîm’e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki, sonra ne oldu? “Bu ancak bir beşer sözüdür.” dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil’in süflî derekesini işaret ederek “Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın.” mealindeki tehdidiyle ikaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! İman kalbîdir. Kalpte o iman nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalp imanın mazharıdır.

En büyük ilim Allah’ı bilmek ve iman etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu imana hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb-ı Hakk’a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta’yin edilen bir vücudu vardır. Ol sebepten Allah’ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb-ı Hakk’tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebepten dolayıdır ki kalpsiz ve imansız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler. Zira ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakikî ilmi yani imanı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir.

Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalp ile izdivaç etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak vadetmiştir. Kâbe’de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, tebasına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez. Parça parça olan bu nefis bir olan Allah’ın birliğini, Fahr-i âlem Efendimiz’in nurundaki birliği, sırat-ı mustakîm’in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zira bu manayı cem edecek bir vücûda, bir manaya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neşe gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır. Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir? Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin çok muhteşem bir sözü vardır, Mesnevî-i Manevî’de.

O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: “Kâfirler maymun iştahlıdır.” Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek manasını anlayamamıştım. Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret-i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani “Kâfirler Hakk’a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir itikatları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk’a nisbeti olduğunu, Hakk’ın müsaadesiyle zuhûr ettiğini fark edip bir şekilde iman cihetine tâbi olurlardı.

Amma öyle olmadı. Zira “Küfürleri bile samimi değildir.” denilmek isteniyor. Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliğini ve bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki, durum böyleyse Hak Teâlâ’ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakikaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk’ın nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene!

Cenâb-ı Hakk iman, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevk etmiyor mu? Taklîden iman kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken iman kişiyi İslâm’a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır, vâsıl kılar).

 

Devamı bir sonraki sayıda…


Editör diğer yazıları