Genç KALEMLER

Genç Kalemler - Zuhûr-i Aşk

Genç Kalemler - Zuhûr-i Aşk

Men çî gûne hûş dârem pîş-ü pes, çün nebâşed nûr-i yârem pîş-ü pes!

“Men çî gûne hûş dârem pîş-ü pes, çün nebâşed nûr-i yârem pîş-ü pes!”

“Yârimin nuru etrafımda bulunmazsa ben nasıl önümü ardımı idrak edebilirim!” Yahut;

“Yârimin nuru ilk ve sonla mukayyet olmayınca ben nasıl başlangıç ve son ile kayıtlanabilirim!”

 Latif gönüllü Pîrimiz, yine öyle bir beyit söylemiş ki zaman üstü, mekân ötesi bir yerde, gönülleri kıyamda, Sevgilinin “Gel” çağrısını bekleyenlere derman olmuş bu sözler… İşte işin sırrı; anlayana, yanana, bekleyene… Aşk=Kanat, Akıl=Ayak.

Evet; akıl ayak gibidir. Fakat o ayakla adımı atabilmek için, insanın basacağı yeri görmesi lazımdır. O görüş ise ancak Yârin nuru olan AŞK ile mümkündür. Sen hiç havada saf saf kanat çırpan kuşları görmedin mi? Onları maksuda kavuşturan kanat mı, ayak mı? Onları düşmandan kaçıran kanat mı, ayak mı? Onları taneye ulaştıran kanat mı, ayak mı?

Hacı Bayram Veli Türbesi… Muhteşem bir ziyaret, daha doğrusu bir ziyafetten sonra avludayım. Seyre daldım. Ne çok güvercin var. Öyle alışmışlar ki insanlara, elimi uzatsam sanki tutuvereceğim. Dikkat ettim, içlerinden biri, hatta en cesuru… (çünkü attığım tanelere önce o konuyor, sonra diğerleri cesaret alıp yanına iniyorlar) Bir baktım ayağının biri yok. Topallıyor. İçimi bir acıma hissi kapladı. “Bu kuşcağız kendini diğerleri gibi savunamaz. Nasıl karnını doyurur?” Derken onun kanat çırpıp ağaca konuvermesi bir oldu. Güzel Allah’ım, Yüce Kur’ân’da buyurmuyor mu?

“Onlar üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi?” (Mülk, 67/19) Anladım ki onun için kanat her şey, ayak bir şey. Her şeyin yanında bir şeyin eksikliği aranmaz. O kuşun en büyük sermayesi kanadı. Kanadının biri kırık olsa, iki ayağı olsa bile; kendini savunamaz, karnını doyuramaz. Yok olur gider.

Düşündüm… Peki, insanın ayağı ve kanadı nedir acaba? Kanadım olmalı ki maşuka ulaşayım. Kanadım olmalı ki; nefs, dünya, şeytan düşmanlarından kaçabileyim. Kanadım olmalı ki; taneye, yani rızaya kavuşturan amelleri toplayabilmeliyim.

Aklı yegâne bilgi kaynağı kabul edenlere Mevlânâ’mız karşıdır. Mevlânâ’ya göre cüz’î akıl denen insan aklı hudutlu bir kuvvet olmakla beraber adeta bir usturlâp gibidir. Nedir usturlâp? Üstüne gök kubbesinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla, gökteki yıldızların bulunduğu yerler, güneşin doğup batışı ile zeval vaktinin saati bilinir. Ama usturlâp ne yıldızın ta kendisidir ne de yıldızı yakînen bilebilir. Ne güneştir ne de güneşi yakînen bilebilir. O sadece yıldızlar ve güneş hakkında bilgi verir. İşte eksikliğine rağmen akıl yine de bir ölçü ve rehberdir. Aklın uymak zorunda olduğu kurallar vardır. Bu kurallara sığmayan durumlarda akıl ne yapar?

“Hastanın aklı hastayı doktora çeker götürür, ama kendisi kendi derdine derman olamaz…” diyen ve akıl konusunda bazen lehte bazen aleyhte bulunan Hz. Mevlânâ aşka gelince ona hiç toz kondurmaz. Ve onu daima yüceltir.

O halde aşk nedir? Aşk? Kitapların yazdığına göre aşk, sevginin ileri derecesidir. Kur’ân’da:

“Mü’minlerin Allah’a karşı pek şiddetli sevgisinden” (Bakara, 2/165) bahsedilir. Mutasavvıflar ayette geçen “eşedd-i muhabbet” ibaresini “aşk” olarak yorumlamışlardır.

Aşk sonradan kazanılmış bir şey değil, ilâhî bir vergidir.

“Allah’ı sevenler Allah’ın sevdiği kimselerdir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide, 5/54) ayetine göre düşünürsek Allah’ın sevgisi insanlarınkinden önce gelir. Allah kulunu severse, kulu O’nu sever. Yani ilk hamle Allah’tan… İşte, şimdi burada bir hikâye anlatalım:

Şeyh Gâlib’in “Hüsnü Aşk’ı… Mana Mesiresi denen yerde, Hüsn adında bir kız, Aşk adında da bir delikanlı yaşardı. Önce Hüsn âşık oldu, Aşk’a. Sonra Aşk âşık oldu Hüsn’e... Mana mesiresinin sofracı başı Sühan adında bir ihtiyardı. İki güzeli görünce başlarına geleni anladı. Kabilede Hayret adında aslan gibi korkusuz bir adam vardı. İki gencin sevdasını öğrenince birbirlerini görmelerini yasakladı. Dertsiz birine dert anlatılabilir mi? Hele bir de ifadeye gelmez bir dert olursa… Pervaneye neyi, kimi istediğini sorma da sevdasını yanışından anla! Canan bu canını feda etmişse, yaşamak belası ona yetişmez mi? Bu arada Hüsn’ün dadısı İsmet ve Aşk’ın lalası Gayret gençlere öğüt verir. Ne çare... Aşk kavmine durumu açıklar. Derler ki:

“Taçlar baş için olduğuna göre başını ver ki bu yolda önder olasın. Hiç durma Kalp diyarına var. Ama bu diyara giderken yolda derisi nakış nakış bin başlı bir yılan var; sadece mumdan bir gemisi olan Ateş denizi var. Eğer Kalp diyarına varabilirsen Kalp şehrinin suyunu içersin, oradaki kimyayı elde edersin. Ancak o zaman gel buraya Hüsn’e kavuş.”

Velhasıl; Aşk yolda türlü şeylerle karşılaşır. Ama Sühan hep yanındadır. Aşk yolda Ah Kılıcını ve seher vakitleri atılan Dua Okunu bulur... En son ateş denizine gelir ki orayı geçse Kalp diyarına varacak. Ama denizi aşmak için sadece mumdan bir gemi var. Gemiye biner erimeye başlarken bir uçan at yetişir imdada. Sühan’a sorar bu nerden geldi diye:

“Sevgilin Hüsn gönderdi” der. Aşk, Kalp kalesine çıkınca orda neler gördü, neler... Kalp diyarının sarayına gelir. Kalp padişahının huzuruna varır. Artık yanında Sühan da yoktur. Ve perde açılır, karşısındaki sultan Hüsn’dür.

Hikâye özetle böyle. Şeyh Gâlib bunu Rasûlullâh’ın miracını sembolleştirerek yazmıştır. Evet; Sühan Cebrail’in, Aşk Rasûlümüzün; Hüsn de Rabbimizin manevî makamıdır. Mevlânâ’mıza göre ise akıl; Mirac gecesinde Sidretü’l Müntehâ’dan öteye geçemeyip, belli bir noktada kalan Cebrail gibidir. Akıl Cebrail gibi…

“Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Sen beni bırak, bundan sonra ileri yürü. Ey Can Sultanı! Benim haddim bu kadardır” der. (Mesnevî, I,1066-67) Mesnevî’de aynı hadiseyle ilgili şöyle bir sahne daha vardır:

Ahmed (s.a.s), Sidre’den Cebrail’in gözetme yerinden, makamından, sınırından geçince, Cebrail’e: “Haydi ardımca uç!” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü yürü, ben senin dengin değilim!” Hz. Ahmed tekrar: “Ey perdeleri yakan, gel! Ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bin kanat çırpıp buradan ileriye geçsem, kolum kanadım yanar!” Ve Hz. Mevlânâ ilave eder: “Bu hikâyeler hayret içinde hayrettir. Allah’ın has dostları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler.” (IV,3801-5)

Miracla ilgili hadislerde Sidretü-l Müntehâ’ya kadar olan safhalar anlatılır ama ondan ötesine bilgi yoktur. Neden? Hiç düşündük mü? Çünkü anlatılabilseydi ki dilin buna gücü yetmezdi, akıl anlayamazdı. Sidre’ye kadar Rasûlullâh’a refakat eden Cebrail de burada kalmıştı. Rasûlullâh kendisiyle yola devam etmesini söyleyince: “Bir parmak ucu daha yaklaşsam yanarım.” demişti. Muhyiddîn Arâbî, o sahneyi şöyle tasvir eder: “Allah’ın Rasûlü, Cebrail’den ayrılıp Sidre’den uzaklaşırken ardında kalan dostuna bakar. Bütün heybetiyle Rasûlullâh’a biraz önce kendini gösteren Cebrail; şimdi küçücük bir serçe kuşu gibi kalmıştır.” Yani aradaki mesafenin uzaklığını ve Rasûlullâh’ın makamının yüceliğini düşün... Ve yine düşün ki, günde her beş vakitte o yüce makama çıkabilirsin. Çünkü sen de O Sevgilinin ümmetisin. Ama yine unutma ki o makama AŞK olup çıkmak gerek. Akıl yolda kalır. Âşık değil.

AŞK olmak lazım. Aşk olmak içinse önce aşk nedir bilmek gerek. Aşk kitaptan okunmaz, anlatmakla anlaşılmaz. Aşk, olunarak anlaşılır. Peki, niye âşık değil de aşk olmak lazım? Çünkü âşık kendi için sever, aslında aklı başındadır, maşuka vuslat maksadıdır. Ama aşk oldun mu âşık da O, maşuk da O. Sen, ben, maksut vb. kalmaz. Damarda kan, aşk diye akar. Akıl, aşk diye anlar. Dil, aşk diye söyler…

Dört tane kelebek bir gün bir ateş görmüşler. Bunun nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istemişler. Birinci kelebek ateşe biraz yaklaşmış ve üzerinin aydınlandığını görmüş. Arkadaşlarının yanına gelmiş ve: “Bu ateş aydınlatıcı bir şey!” demiş. İkinci kelebek bununla yetinmeyerek daha fazla şey öğrenmek istemiş. Biraz daha yaklaşmış ve ısındığını hissetmiş.  Demiş ki: “Aynı zamanda bu ateş ısıtıcı bir şey!” Üçüncü kelebek bununla da yetinmemiş, biraz daha, biraz daha yaklaşmış. Bir anda ateşin kanatlarını yaladığını hissetmiş ve yanmış kanatlarıyla geri dönmüş. Şöyle demiş: “Ve bu ateş yakıcı bir şey!” Sonuncu kelebek daha da çok şey öğrenmek istiyormuş. Biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Biraz yaklaşmış, ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını kavurmuş. Sonuncu kelebek daha da çok şey öğrenmek istiyormuş. Biraz yaklaşmış, aydınlandığını görmüş. Biraz yaklaşmış, ısındığını hissetmiş. Biraz daha yaklaşmış, ateş kanatlarını kavurmuş ve biraz daha yaklaştıktan sonra tamamen yanan kelebek “poff” diye ortadan kayboluvermiş. Ateşin gerçekten ne olduğunu belki bir tek o öğrenmiş ama geri dönüp söyleyememiş… Çünkü o, kaybolmuş ateş içinde ve bir şeyi ancak içinde kaybolan bilebilirmiş...

Canımı, canân eğer isterse minnet cana,

Can nedir ki ânı kurban etmeyeyim canânıma!” Fûzûlî

Mevlânâ’mız en sonunda şöyle seslenir: “Ey Cebrail! İster yüce ol, ister büyük, sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca, pervaneyi yanına çağırdı mı, pervanenin canı yanmaktan çekinmez.” (IV, 3807-08)

Mesnevî şârihlerine göre, melekler akıl mertebesinde olduklarından burada “Cebrail”den maksat “Akıl” dır. Cebrail mukarreb meleklerden olmakla beraber, Hz. Rasûl ondan daha yüce ve kıymetlidir ki miraç hadisesindeki bu olay bunun en güzel göstergesidir. Hz. Rasûl, “Aşk” tır çünkü. “Aşk”ın tâ kendisi… Sidretü-l Müntehâ’nın sembolize ettiği şey, melekler dahil, gelmiş ve geçmişlerin ilimlerinin son bulduğu, Rasûlullâh’tan başka kimsenin geçemediği yerdir ki “orası aşk makamı” dır.

İşte… O mevkide ilim son bulur, kalpler ise şaşkın hale gelir. Aslında Cebrail’e hitap, akıl sahiplerine yöneliktir. Demek isteniyor ki: “Her ne kadar ey akıl, sen değerli isen de pervane gibi âşık değilsin, mum gibi olan âşıklarını kendi visaline davet edince, pervane canının yanmasından ve fâni olmaktan sakınmaz. Kendini tecelli nurunda mahveyler. Cebrail de ‘Yaklaşırsam yanarım’ deyip, nâr-i tecellinin kendini yakmasından korkarak, kendi makamında kaldı. Hz.  Rasûl ise pervane misali, tecelli nuruna kendini bıraktı ve çekinmeksizin, Makam-ı Cebrail’den geçip Vâsıl-ı Cânan oldu.

Süleyman Çelebi’nin diliyle söylersek, Sidretü-l Müntehâ’da aklı temsil eden Cebrail’in: “Ger geçem bir zerre denlü ileri yanarım baştan ayağa ey ulu!” demesine mukabil Hz. Rasûl: “Çün ezelden bana aşk oldu delil yanar isem ben yanayım ey Halîl!” buyurmuş ve ilerlemişti.

Evet, akıl dünyevî işlerimizde fevkalâde yararlı ise de mahiyeti icabı ilâhî hakikatlere ulaşamaz. Hakk’a vuslatta ayak bağı olabilir. Bu ulvî yolculuk için başka bir vasıta gerekir ki bu da “aşk”tır.

Aşk… Aşk, akıl gibi küçük hesaplara takılıp kalmaz, pervasızdır, geniş ufukludur: “Akıl ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lazım ki, o tarafa koşsun! Hiçbir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl faydalanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına girmiş gibi belalara uğrar, sabreder.” (VI,1966-69)

Akıl ile aşk mukayesesinde Mesnevî bir deniz yolculuğu misali verir. Denizde iki şekilde yol almak mümkündür. Yüzerek veya bir gemiye binerek. Yüzmek bir meziyettir, ama uzun bir yolculuk için kâfi değildir, sonunda yorulmak mukadderdir. İşte akıl ve zekâ denizde yüzmeye benzer. O halde diyor Mevlânâ: “Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç. Bu ırmak değil, denizdir deniz! Aşk ileri gidenler için gemiye benzer, gemiye binen kişinin bir afete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur.” (IV,1402-1405) Aklın zaaflarından biri de benlik ve gurura kapılmasıdır.

Mevlânâ, Hz. Nuh’un oğullarından Ken’an’ın durumunu hatırlatır: “Ken’an gibi, gemiden baş çekme, ona da zeki aklı bu gururu vermiş, aldatmıştı. Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet edip gemiye binseydi!” (IV,1409-16)

O halde var mısın aşk olmaya? Sadece üç makam var geçeceğin. Ne dersin? Aşk, Arapçada da üç harftir. Ayn-şîn-gâf.

İlk makam: Ayn makamı. Aşka düşen önce ayn makamındadır. Şiddetli bir yanma hisseder. Dişlerine varıncaya kadar, kemiklerine bile o ateş tesir eder. O haldeki aşığın elini tutsan hasta zannedersin. Nasıl ki hastalandığın zaman vücudun ateşle sinyal verirse, aşk olan da böyle sinyal verir. Ayn harfine dikkatlice bir baksan, ağzını açmış ateşle dolu bir fırına benzediğini görürsün.  İşte aşk olmak isteyen de önce fırında pişer. Hani hamdın ya… “Haydi, piş!” deyip ayn fırınına sürerler seni. Neden? diye feryat etme. Bak Pîr ne diyor:

“Aşk öyle bir alevdir ki; parlayınca maşuktan başkasını yakar, mahveder.” Bedeni hasta olanın ateşlenmesi onun vücudunda mikroplarla savaş olduğunu gösterir. Bu iyidir aslında. Demek ki, vücut savunmaya geçmiş. Aşka düşenin ateşlenmesi de, ruh âlemindeki mikroplarla; yani günahlarla savaş olduğunu gösterir. Haydi! Yola devam dersen,

İkinci makam: şîn makamı: Aşkla iliklerine kadar yanan âşık, artık hasrete bürünür. Hasret sanki onun etini, kemiğini kesiyor gibidir. Çünkü temizlenmesi lazımdır benlikten. O makama varınca soracaklar “Kim o?” diye. “Benim!” dersen geri gönderirler seni. Anladın mı? Bak bir de Pîr’den dinle:

“Her kimin elbisesi aşkın pençesiyle parçalanırsa, o kimse hırstan ve bütün ayıplardan temizlenmiş olur.” Yani benlik elbisesinden kurtulman lazım. Nasıl ki, şın harfinin dişleri testereye benzerse; âşık da bu makamda testere ile biçiliyor gibidir. Sanki ustası onu yontar. Fazlalıklarından, yani gurur, kibir, benlikten kurtulur. Aslında bu acı verir, aşkın ateşiyle yanıp, aşkın testeresinde doğranan âşıkın gönlüne. İşte burada üç şey olmazsa dayanamaz. Burada ya yarı yoldan döner, seferi bitiremez, aşka eremez. Ya da orda kalakalır da halk arasında onlara meczûb derler. Nedir o üç şey dersen, iyi dinle. Şın harfinin üstünde ne vardır? Üç tane nokta. Evet, o üç nokta seni bu makamdan geçirir ancak. Yani erenlerin himmeti, kulun gayreti, halka (Hakk’a) yapılan hizmet… Aşk olmak isteyen, erenlerin himmetini üstünde hisseder ki; gayrete gelip, gecesini gündüzüne katıp, halka hizmete yani Sevgiliye hizmete koşabilsin. Böylece aşkın ateşini, acısını, ızdıraplarını unutsun ki benliği yok olsun. Kurtulduysan benlikten müjde sana! Artık has odadasın!

Üçüncü makam: Gaf makamı, en son makam. Ama buraya gelebilmek, dedik ya oldukça güç. Başardıysan işin daha kolay. Gaf harfi gibi beli bükülmüş, çenesini göğsüne dayamış, sessiz ve sözsüz iç âleminin de iki cihanı seyre dalmış bir kâmil-i mürşidsin artık. Artık âşık değilsin; “aşk”sın sen… “Arayanlar O’nu kendinde buldu” diye boşuna söylemedi erenler. Çünkü kendine dönen, aslını bulan biri bulmuştur, bir olan artık O’nunladır. Tutan eli, gören gözü, konuşan eli O’dur artık. Burası vuslat makamı, tecelli makamıdır. Hani gafın üstünde iki nokta vardır ya, aşk olanın da iki gözü açılmıştır. Üçüncü göz denilen kalp gözü… Başının üstünde. İki âlemi seyre dalmış, hem âfâkı, hem enfüsü… Ne muhteşem!

İşte pîr ne diyor bu makamda ondan dinleyelim:

“Dilin tefsiri aydınlatıcı olmakla beraber dilsiz yani söylenilmez aşk daha parlaktır! Aşkın şerhini devamlı olarak söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o şerh tamam olmamış kalır.”

 

*Hülya ANIL


Genç KALEMLER diğer yazıları