Yûnus’un Menâkıbı

“Doğru olmayan bu kapıya lâyık değildir.” diye cevap verdi...

Yûnus Emre’nin tarihî kişiliği menkıbeler içinde kaybolup gitmiştir. Kaynaklar ondan bahsederken daima rivayetleri aktarmaktadır. Bu sebeple, Yûnus’un kimli­ğini araştırırken menkıbelerden hareket etmek, bu rivayetlerdeki küllenen gerçek­leri ortaya çıkarmak gerekir.

Yûnus’un destanî hayatının iki ayrı kaynağı vardır:

Birincisi “Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi”dir.

İkinci kaynak da XVIII. asırda İstanbul’da yaşayan İbrahim Hâs (ö.1762) tara­fından yazılan “Tezkiretü’l-Hâs” adlı menâkıbnâmedir.

Yûnus Emre, Vilâyetnâme’ye göre fakir ve ümmî bir köylüdür. İbrahim Hâs’ın topladığı rivayette ise, şehirli, medrese eğitiminden geçmiş, müftülük yapmış bir kişidir.

Vilâyetnâme’de, Yûnus’un, Hacı Bektaş-ı Velî’nin huzuruna gidişi anlatılırken şöyle denilir:

“Hacı Bektaş-ı Velî, Horasan diyarından Rûm’a gelip yerleştikten son­ra veliliği ve kerametleri etrafa yayıldı. Her taraftan mürîd ve muhibler gelmeye, büyük meclisler kurulmaya başlandı. Fakir halli kimseler gelir, nasîb alır giderlerdi. O zaman, Sivrihisar’ın şimal tarafında Sarıköy denilen yerde, Yûnus derler bir kimse var idi. Gayet fakir hâlli olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu, ekinden bir nesne hâsıl ol­madı. Yûnus, erenlerin bu güzel vasıflarını işitti. Herkesin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla bir bahane ile gidip kifâf denecek kadar bir şeyler istemeği düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Sulucakarahöyük’e doğru yola koyuldu.

Karahöyük’e varınca, Hacı Bektaş-ı Velî huzuruna çıktı, armağanını sunup:

“Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümittir ki, bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkı­nıza kifâf edelim” dedi. Hacı Bektaş:

“Öyle olsun.” diyerek abdâllara işaret etti, alıcı alıp, paylaşıp yediler, Yûnus bir kaç gün orada eğlendi. Gidecek olunca, Hacı Bektaş’a ha­ber verdiler. O da:

“Sorun bakalım ne ister, buğday mı, nefes mi verelim?” dedi. Sordu­lar, Yûnus:

“Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek.“ diye cevap verdi. Yûnus’un cevabını Hacı Bektaş’a bildirdiler. Hünkâr:

“Varın Yûnus’a söyleyin, alıcının her tanesi için bir (iki) nefes vere­lim.” buyurdu. Yûnus dedi ki:

“Ehl ü ıyâlim var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler kifâf edelim.”

Bu sözü Hacı Bektaş’a arz eylediler. Bu defa:

“Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği başına on nefes verelim.” dedi. Yûnus bu söze karşılık yine:

“Ben nefesi neyleyim, çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek.” diye ısrar etti. Razı olmadı. Hacı Bektaş, dilediği kadar buğday veril­mesini emretti, öküzüne yüklediler.

Yûnus veda edip yola koyuldu. Köyün aşağı ucunda olan hamamın öte başındaki yokuşu çıkınca aklı başına geldi. Şöyle düşündü:

“Vilâyet erine vardım, bana nasîb sundular alıcımın her çekirdeği ba­şına on nefes verdiler, kâil olmadım. Ne olmayacak iş ettim, gâfil ol­dum. İmdi bu buğday bir nice gün içinde tükenir, nefes ise ölünceye dek tükenmez. Ola ki, himmet ettikleri nasibi vereler!”

Yûnus, dönüp tekkeye geldi. Buğdayı öküzün arkasından indirdi. Hünkârın halifeleri bu hâli görüp Yûnus’a:

“Niçin geri geldin” diye sordular. Yûnus:

“Bana buğday gerekmez, o himmet olunan nasibi versinler.” dedi. Yûnus’un ahvâli Hacı Bektaş’a arz edildi. Hacı Bektaş buyurdu ki:

“O şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye ver­dik, varsın nasibini ondan alsın.”

Yûnus’a bunu buyurdular. Bu söz üzerine Yûnus yola koyuldu. Tapduk Emre’ye geldi. Hacı Bektaş’ın selâmını söyledi, vâki olan hâli anlattı. Tapduk Emre:

“Safâ geldin, hâlin bize malum olmuştu; hizmet et, emek yetir, nasibini al!” dedi.

Yûnus dedi ki:

“Ne hizmet varsa yapalım!”

Tapduk’un tekkesinin ardında dağ vardı. Tapduk, Yûnus’u dağdan odun getirme hizmetine koştu. Yûnus her gün dağdan odun getirir oldu. Odunu sırtına vurup getirirdi. Amma, yaşını ve eğrisini kesmezdi.

“Erenler meydanına eğri yakışmaz!” derdi. Tam kırk yıl bu hizmeti gördü.

Günlerden bir gün Anadolu (Rum) erenleri Tapduk Emre’nin tekkesi­ne geldiler, büyük topluluk oldu. Meclis kuruldu. O mecliste Yûnus-ı Gûyende derler bir kimse vardı. Yûnus da orada idi. Tapduk Emre cezbelenip hallenince Gûyende’ye:

“Yûnus, söyle!” dedi. Gûyende işitmedi. Tekrar:

“Yûnus şevkimiz var, sohbet eyle, işitelim!” dedi. Yûnus-ı Gûyende yine işitmedi. Üçüncüsünde de Gûyende’den haber çıkmayınca, bu sefer Yûnus Emre’ye dönüp:

“Yûnus, vakit oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu mecliste sohbet eyle. Hünkâr varlığının nefesi yerine geldi.” dedi. Yûnus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve cevâhir saçtı. İlâhî hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. Sonra o ne söylediyse hepsini kaleme aldılar. Ulu bir dîvân oldu. Hâlen, me­zarı Sivrihisar civarında doğduğu yere yakındır.”

Yûnus Emre’nin destanî hayatı kendi çağından günümüze kadar özellikle tasavvufî sohbetlerde “ideal bir eren ve bir seyr u sülûk modeli olarak sürekli anlatılmıştır. Bu özellik, şiirleri için de geçerlidir. Onun şiirleri, Hakk âşıklarına gerek usûl (yol) öğretmek, gerekse aşk ve irfân telkin etmek için asırlardan beri okunmuştur.

XVI. asır erenlerinden Elmalılı Vâhib Ümmî’nin: “Biz Yûnus’un sebakın (der­sini) evliyâdan okuduk/Gizli değil belliyiz şimdi zaman içinde” beytinde söz ettiği “Yûnus’un dersi”, onun dîvânı ve fikirlerinden başka bir şey değildir. Sadece bu beyit, yaşadığı dönemden üç asır sonra Yûnus Emre’nin tesirinin devam ettiğini açıkça göstermektedir.

Yûnus’un destanî hayatının bir kısım rivayetlerini XVI. asırda Bursa’da yaşa­yan Mehmed Üftâde (ö.1580) anlatmış, bunları da, Azîz Mahmûd Hüdâyî (ö.1628) “Vâkıât” adıyla Arapça bir eserde derlemiştir. Vâkıât’taki rivayetler, Yûnus Emre’nin “Vilâyetnâme”deki menâkıbını tamamlamaktadır. Hüdâyî’nin aldığı notlara göre Yûnus’un mürşidi Tapduk Emre, altı telli bir saz olan “şeştâ” çalardı. Bir gün yanında birisi vardı. Tapduk gene şeştâ çalmaya başladı. Şeştânın sesi adama dokundu, coştu, sanatını bırakıp Tapduk’a dervîş oldu.

Vâkıât’taki rivayetlerin birinde, Yûnus Emre’nin, Tapduk Emre’ye otuz yıl hiz­met ettiği, tekkeye odun taşıdığı ve nihâyet şeyhinin kızıyla evlendiği yazılıdır:

“Yûnus Tapduk’a otuz yıl sadakatle hizmet etti. Odun taşımaktan sırtı yara oldu. Fakat kimseye belli etmedi. Şeyhi onu severdi. Bu, öbür dervişlere ağır geldi: ‘Şeyhin kızını seviyor da onun için bu ağır hiz­mete katlanıyor’ dediler. Bu dedikoduyu Tapduk’a duyurdular. Tap­duk, Yûnus’un hâlini bilirdi. Onları doğru yola getirmek, şüphelerini gidermek için, bir gün Yûnus’a tekkeye hep düzgün odun getirmesi­nin sebebini sordu. Yûnus:

“Doğru olmayan bu kapıya lâyık değildir.” diye cevap verdi. Tapduk:

“Söyle Yûnus’um söyle!” dedi. Yûnus bu nefesin bereketiyle şair oldu. Sonra Tapduk, dervişler yalancı çıkmasınlar, utanmasınlar diye kızını da Yûnus’a verdi. Bu kız Kur’ân okurken akan sular durur, dinlerdi.”

Üftâde’nin Vâkıât’ında anılan bir başka rivayette de, Yûnus, otuz sene hizmet­ten sonra manevî yolculuğumu tamamlayamadım, zannıyla tekkeden ayrılmış, fakat yolda rastladığı yedi er ve onlarla yaşadığı olağanüstü hâller sâyesinde gaf­letten uyanmıştır. Üftâde bu hatırayı şöyle nakleder:

“Yûnus, Tapduk’a otuz yıl hizmet etti. Fakat kendisine bâtın âleminden bir şey açılmamıştı. O da kaçıp dağlara, kırlara düştü. Bir gün bir mağarada yedi ere rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her gece onlardan biri dua eder, duası bereketiyle bir sofra yemek gelirdi. Sıra Yûnus’a geldi, O da, duâ etti:

“Yâ Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa, Onun hürmetine beni utandırma.” dedi. O gece iki sofra yemek geldi. “Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin.” diye sordular:

“Önce siz söyleyin.” dedi. Onlar:

“Biz Tapduk Emre’nin kapısında otuz sene hizmet eden erin hürme­tine dua ederiz.” dediler. Yûnus bunu duyunca hemen geri döndü ve doğruca gelip Ana Bacıya sığındı:

“Aman beni bağışlat.” dedi. Ana Bacı dedi ki:

“Tapduk, sabah namazına abdest almak için çıkar. Kapı eşiğine yat. Üstüne basınca: “Bu kim?” diye sorar. Ben:

“Yûnus” derim.

“Hangi Yûnus?” derse bil ki, gönlünden çıkmışsın!

“Bizim Yûnus mu?” derse, ayaklarına kapan, kendini bağışlat.”

Yûnus, Ana Bacı’nın dediği gibi eşiğe yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmez­miş. Ana Bacı koluna girer, abdest almağa götürürmüş. O sabah gene götürürken ayağı Yûnus’a değdi:

“Bu kim, diye sordu. Ana Bacı:

“Yûnus!” dedi. Tapduk:

“Bizim Yûnus mu?” deyince, Yûnus Tapduk’un ayaklarına kapanıp su­çunu bağışlattı.”


Prof. Dr. Mustafa TATÇI diğer yazıları