Kıssadan Hisseler

Üç kişiye acı: Cahiller arasındaki âlime, Zenginken fakir düşene, Hatırlı iken itibarını kaybedene…

Köşe

Hazret-i Şems’i, konuşup nasihat etmesi için bir meclise davet etmişler. Hazret, meclise girer girmez, kapı eşiğine oturmuş. Kendisini başköşeye davet edenlere de şu cevabı vermiş:

Adam adamsa oturduğu her yer köşe olur ona!

Adam adam değilse, köşe bile eşik olur ona!

 

700 Yıllık Altın Öğüt

Aşağıda Osman Bey’e ünlü İslam Âlimi, Şeyh Edebâli’nin verdiği öğütleri. Neredeyse 700 yıl önce söylenmiş ama hiç mi hiç eskimemiş.

“Oğul! İnsanlar vardır şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler.

Avun oğlum avun. Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın. Ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin...

Öfken ve nefsin bir olup aklını yener. Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın. Dünya senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizemler, bilinmeyenler, görülmeyenler ancak senin fazilet erdemlerinle gün ışığına çıkacaktır.

Ananı, atanı say. Bereket büyüklerle beraberdir.

Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol, her sözü üstüne alma. Gördün söyleme, bildin bilme. Sevildiğin yere sık gidip gelme, kalkar muhabbetin itibar olmaz.

Üç kişiye acı:

Cahiller arasındaki âlime,

Zenginken fakir düşene,

Hatırlı iken itibarını kaybedene…

Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğunda mücadeleden korkma.

Bilesin ki atın iyisine DORU,

Yiğidin iyisine DELİ derler…

 

Derviş Kaşıkları

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:

“Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”

“Bakın göstereyim” demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüllendirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da “derviş kaşıkları” denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş:

“Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir de şart koymuş.

“ Peki demişler” ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine:

“Şimdi” demiş ermiş,

”Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe…”

Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.

“Buyurun” deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

“İşte” demiş ermiş,

“Kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima.”

 

Helal Lokma

Abdülvehhâb Şa’rânî, zamanının velilerini sık sık ziyâret eder nasîhat ister ve gönüllerini alırdı.

1540 senesi bir yaz günü, Kâhire’nin Nil Nehri üzerindeki Hâkimî Köprüsünün altında bulunan yaşlı bir veliyi ziyârete gitti. Selam vererek içeri girince o zât adını sordu.

“Abdülvehhâb” dedi. Ona;

“Senelerden beri seni görmek arzusunda idim, buyur otur.” deyince yanına oturdu, el ele tutuştular. Elini öyle kuvvetlice sıktı ki, neredeyse acıdan bağıracaktı. Ona;

“Kuvvetimi nasıl buluyorsun? “ diye sorunca;

“Çok büyük bir kuvvete sâhipsiniz.” dedi. O zaman ona:

”İşte bu kuvvet, gençliğimden beri yediğim helâl lokmalar sebebiyle hâlâ mevcuttur. Hamurum helâl bir maya ile yoğrulmasaydı, bu günün, günahlarına aldırmayan insanların vücutları gibi, benim vücudum da gevşek olurdu. Ey oğlum! Yüz kırk üç yaşına geldim. Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, bugün insanlar her yönden değişmiştir. Hele bu son senelerde, dînin emirlerini yerine getirmekte ve emânete riâyet etmekte büyük bir eksiklik var. Bugün yakın akraban, hatta öz kardeşin bile seni tanımamaktadır. Oğlun dahi sana başka gözle bakmakta ve bir yabancı gibi davranmaktadır. İnsanların birbirlerine muhabbetleri hiç kalmamış, dert ve belâlara karşı sabırları eksilmiş, kazâ ve kadere karşı boyun eğmek yerine gazap hâkim olmuş, dinleri zayıflamıştır. Ey oğlum! Şimdi sana zamanımızın kötü ve yorgun insanlarını anlatmaktansa, sâlih insanlarını anlatmak daha iyi olacak.” dedi ve şöyle devam etti:

“Zamanımızın en iyileri; geceleri kalkıp sabahlara kadar namaz kılan, sabah namazından sonra öğleye kadar Kur’ân-ı Kerîm okuyup tesbîhini çekerek Allah ü Teâlâ’yı zikreden, ikindiye kadar duâlarını yapan, akşama kadar her gün devam üzere olduğu duâları tekrar tekrar yapan, yatıncaya kadar da tövbe istiğfar ederek vaktini geçirenlerdir.”

Abdülvehhâb Şa’rânî ona:

“Böyle kimselerin görünürdeki bütün günahlardan temizlendiğini düşünsek, bu insanın, başkaları hakkında kötü düşünmesinin önüne geçebilir miyiz? Bu kimse, kendisini kıskananları bir dakika olsun görmek ister mi?” diye sordu. O da cevap olarak şöyle dedi:

“Bu, çok zayıf bir ihtimâldir. Bir insan, hayatı boyunca durmadan ibâdet yapsa, kazandığı sevapları terazinin bir kefesine koysa, bu kimsenin bir Müslüman hakkında sû-i zannından meydana gelen günâhını da bir kefesine koysan, günah kefesinin ağır basacağını görürsün. Sâlih, iyi kimselerin hayatları boyunca yaptığı ibâdetler, bir defa yaptığı kötü düşünceden meydana gelen günâhı karşılayamadığına göre, diğer insanların hâllerinin ne olacağını düşün!”


Oktay YETİŞKİN diğer yazıları