Dr. Zafer Tortum -Merhum

İlahi Deryadan İnciler - Bakmak mı? Görmek mi?

İlahi Deryadan İnciler - Bakmak mı? Görmek mi?

Bakmak ve görmek... Ne kadar da benzer gibi görünen iki kelime. Acaba öyle mi? Yoksa aralarında ummanlar kadar fark mı var? Arapça’da görmek ve bakmak iki farklı kök üzerinden gelmektedir. İkisinin de amacı bütün Kur’ân ayetlerinde olduğu gibi insanı uyarmak ve uyandırmaktır. Çünkü bu kavramların manasını müşahede etmek için uyanık olmak gerek. Müşahede iç görüştür. Sağlıklı bir iç görüş de ancak sağlam imanlı kalple olur. Bu sebepledir ki , “Bunda kalp sahibi olanlar için çok öğütler vardır.” (Kehf, 37) buyurulmuştur.

Her şeyde Allah’ı görmek, her yerde Allah’ı görmektir. Varlık tekili temsil ederken, Allah çoğulu yani bütünü teşkil eder. İman, görünmeyene inanmakla başlar. Görünmeyene iman edenlere, Allah başkalarının görmediklerini de göstermeye başlar.

Bakmak ile görmek arasında -genel anlamda- ince bir fark vardır. Bakmak, insanın yüzüyle gözüyle bir şeye doğru yönelmesi demektir. Bu yöneliş, bakılan nesneyi yakından tanımaya, idrak etmeye, kavramaya, anlamaya yönelik ise buna görmek denir.

Bakmak şahitliği, görmek derinliği ifade eder. Bakmak sadece gözle olur. Görmek, akıl, kalp ve gözün devreye girmesiyle gerçekleşir.

Allah´u Teâlâ (c.c) şöyle buyuruyor: “Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, hiç dönüp bakmadan yanından geçip giderler.” (Yûsuf, 105)

Tasavvuf düşüncesinde bu görme bir bilinç, bir şuur işidir. Bu görme baş gözüyle değil, yine sûfîlerin mutlak varlığın tecelli mekânı dedikleri kalp ile olur. Sûfîlere göre insanın kalbi, gerçekleri doğrudan ve araçsız olarak idrak edebilen bir araçtır. Bu yüzden de onu gönül gözü ve kalp gözü gibi adlarla adlandırırlar.

İşte tasavvuf düşüncesindeki aşk, riyazet, fakr, terk, candan vazgeçmek… hep bu bilinç düzeyini elde edebilmenin anahtarı olan önemli kavramlardır.

Yunus, Mutlak Varlığı görebilmeyi “fakr, aşk, dünyayı terk etmek, temiz bir gönül, candan vazgeçmek, dünyadan geçmek…” gibi birçok sebebe bağlayarak ifade eder:

Âşık lâ-mekân olur dünyâ terkini urur

Dünyâ terkin uranlar dîdâr göregen olur

Gözüm seni görmegiçün elüm sana irmegiçün

Bugün cânum yolda koyam yarın seni bulmag içün

 

Kâmil insanın gönlü, Allah’ın tecellilerinin algılandığı bir yerdir. Bu yüzden gönle “Çalab’ın tahtı” diyen Yunus, Allah’ı görmenin baş gözüyle değil “can gözü” veya “gönül gözü” dediği ruha ait olan manevi aletle olacağını sıkça yineler.

Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Hiç yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki bu sayede düşünüp akledecek kalpleri veya hakikatleri işitip anlayabilecek kulakları olsun. Gerçek şu ki gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler (basiretler) kör olur.” (Hacc, 46)

İnsanı insan kılan ve hayvanattan ayıran; akıl ve şuurdur. Akıl ve şuurdan nasibi olmayan, sureten insan olsa da sireten hayvanattan farksızdır. Bakış, görüş ve algılayış şuura bağlıdır.

Şuur, hem hidayet hem de basiret ve ferasettir. Bilmek, tanımak, anlamak ve hissedip algılamak; farkında olmak demektir. İnsan ancak şuur ve idraki nispetinde eşya ve hadiseyi değerlendirip bazı neticelere erişebilir.

Bakmakla görmek arasında dağlar değil, belki ummanlar vardır. Gözler sadece görmek için verilmiş birer vasıtadır. Bakan göz olsa da; tanıyan, anlayan ve farkına varan gönüldür. Gönülde, şuur ve idrak olmayınca, sadece gözün bakmasıyla görmek imkânsızdır. Bir mücevhere sarrafın bakışıyla, sıradan insanların bakışı arasında çok fark vardır. Sarraf bakınca, mücevherin ayarını, kıratını, kıymet ve itibarını ve benzerleri arasındaki farkını anlar. İlmiyle mücevhere bakınca, insanların göremediği hususiyetleri fark eder. Bakmak için göz; görmek için de ilim, ihtisas lazımdır. Peygamber Efendimiz: “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah´u Teâlâ o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikir, 39; Buhari, İlim, 10) buyuruyor.

Ahirete nispetle dünya hayatı, bir tür uyurgezerlik halidir. Arada sırada günlük hayatın meşgalesinden sıyrılıp, sakin bir şekilde hayat, ölüm, insan ve kâinat üzerinde bir müddet durup düşünmek gerekir. Nerede ve ne halde olduğumuzu görmek, halimizi ve gidişatımızı muhasebe etmek, amaç ve istikametimizi düzeltmek için tefekkür etmek çok önemlidir.

Sahip olduğumuz nimetleri görüp kıymetini bilmek ve ahirete yönelik değerlendirme yapmak için bir müddet durup düşünmeliyiz. Bazen hayata, yatağında ölümü bekleyen çaresiz bir hasta veya kabristanda mahşeri bekleyen amel defteri kapanmış bir mevta gözüyle bakıp içinde bulunduğumuz nimetleri görmeye çalışmak lazım… Bir nefeslik sıhhat ve selametin kıymetini hastalar; bir anlık ömrün ehemmiyetini kabrinde yatan mevtalar; bir günlük özgürlüğün değerini de zindandaki mahpuslar anlar.

“And olsun ki o gün nimetlerden sorulacaksınız!” (Tekâsür, 8) buyruluyor.

Hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor ki; “Kıyamet gününde hiçbir kul, ömrünü nerede tükettiğinden; ilmiyle ne gibi ameller işlediğinden; malını nereden kazanıp nerede harcadığından ve vücudunu nerede (hangi yolda) yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizi, Kıyamet, 1)

Bakmak, görmek ve durup düşünmek lazım; ölmeden önce gafletten uyanıp, elimizdeki nimetlerin kıymetini bilip hakkıyla değerlendirerek, ahirete göndermek için neler yapmalı diye sürekli bir gayret ve araştırma içinde olmalıyız. Zira arayanın bulma ümidi arayış olacak ki buluş olsun. Dert, ıstırap, alaka, endişe ve sürekli bir arayış olmalı. Mevlana'nın dediği gibi “Istırap arattırır; dert insana yolunu buldurur.” Nerede bir dert varsa, derman da oradadır. Aramak ve bulmak için çalışmak lazımdır.

“İnsana ancak çalıştığı şeyin karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Sahip olduğumuz nimetlere ilk ve son kez sahipmişiz gibi dikkatli bakıp anlayabilirsek, yeniden keşfedip daha iyi değerlendirmeye gayret edebiliriz. Daha iyi görmek için dikkatle ve hayretle bakmak gerekir. Nimeti varken görmek, vaktinde değerlendirip ahiret için kullanmak gerek. Sağlıklı olmak, gençlik, mal, makam, aile, evlat ve zenginlik hepsi de fani ömür sermayesiyle birlikte elimizden çıkıp gitmektedir. Ancak ahiret hesabına değerlendirebildiğimiz nimetler bizimdir.

Bakmak ile görmek arasındaki fark ne kadar önemli ise, anlamak ile kavramak arasında ki fark da bir o kadar önemlidir.

Bakmak istemektir, görmek bilmektir. Bakmak iradedir, görmek eyleme geçmektir.

Baktığımız şeyin önemli olması gerektiği bir yana, diğer bir husus bizim ona nasıl baktığımızdır. Yamuk bakışlar yamuk görüşleri, yamuk görüşler de yamuk eylemleri doğurur.

Bakmak üstünkörü anlık bir eylemken, görmek daha derinlemesine daha bir genel bakış açısı gerektirir. Olaya bakış şeklimiz aslında bizim aynadaki suretimizin ta kendisidir. Ne kadar ufkumuzu aydınlatabilirsek o kadar kendimizi tanıyabiliriz. Bunu başarabildiğimiz takdirde baktıklarımızın çok ötesinde anlamlara ulaşırız, sonrasın da çevremizdeki sırları keşfetmeye başlarız.

Bakmak, gözkapakları arasına sıkıştırılmış. Görmek ise kalpten beyne çekilmiş bir hattın paralel bağlantısı.

Ardından değişim, tepki, vefa, fedakârlık, cesaret ve gayret gibi zor rüzgârları taşır. Ve insan, bu rüzgârların önünde durmak istemeyebilir. Asıl iman bununla başlayacaktır.

Günümüz modernlik hastalığının getirisi olan görüntü ve gösteriş hastalığı, dört yanımızı sarmış durumda. Aklımız başımızda değil de gözümüzde artık. Vitrinler çekiyor dikkatimizi, vitrinlerin arkasında duran yalanlar sarmalıyor bizi yahut biz görmek istediğimizi görüyoruz vitrinlerde. Gözler pencere konumunda olmalıdır asıl görme işini yapan da akıl-kalp olmalıdır. Modern çağ, insanı değil eşyayı bakış ve başlangıç noktası olarak almaktadır. Ne yazık ki üreten bir toplumdan uzaklaşıp tamamen tüketen bir topluma yol almaya sebep olmuştur.

Yol almamız gereken nokta Kur’ân bak dediği yerden bakmak, gör dediği yerden görmektir:

“Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.” (A‘raf,179)

Bu noktadan kâinata, mahlûkata, uzaya, dünyaya, insanoğluna bakmak ve görmek...

Mesela Kabe-i Muazzama’ya bakmak ve görmek... Kimileri O'na (haşa) dört duvar diyor. Oysa İslam'ın kıblesi olması yanı sıra gönül gözüyle biraz derinden gören için Allah´ın Tecelligâhı değil midir?

İnsana baş gözüyle bakan şöyle görebilir; kas, kemik, organlardan oluşan et yığını... Oysa Yüce Yaratıcının Eşref-i Mahlûkat dediği, Ruh ve bedenden oluşan ve kalp-gönül gibi manevi deryaları taşıyabilecek kapasitede hasletlere sahip bir varlık değil midir? Ayrıca bütün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yaratılmış, gören, koklayan, hisseden, soluyan, sindiren, yürüyen, konuşan, düşünen akıl ve şuur sahibi mükemmel bir varlık oluğunu kim inkâr edebilir?

Bütün bunların ışığında, Rabbimin emrettiği şekliyle görenlerden olmamızı diliyor ve şu ibretlik kıssa ile bitirmek istiyorum:

“Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezinirken yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:

‘Buraların yabancısıyım... Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler’ der. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:

‘Ben de buraya ilk defa geliyorum ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde’ diye yanıtlar.

Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını merak eder ve ‘Nasıl anladın fırının sağ tarafta olduğunu’ diye sorar çocuğa. Çocuk ‘Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten’ der gülümseyerek.

‘İyi ama bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği nerden biliyorsun?’

‘Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez’ diye yanıtlar çocuk. ‘Üstelik manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız’ diye tamamlar sözlerini.

Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, teşekkür etmek için döndüğünde çocuğun kör olduğunu fark eder. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden adamın kendisini fark ettiğini anlar ve ışığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken: ‘Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi?’ diye sorar. Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken: ‘Artık emin değilim, der. Emin olduğum tek şey, senin benden iyi gördüğündür.”

Peki ya siz?

Bakıyor musunuz ya da görüyor musunuz?

Ya da baktıklarınızı görebiliyor musunuz?


Dr. Zafer Tortum -Merhum diğer yazıları