Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ

Sûfî Yolunun Genel Esasları

Sûfî Yolunun Genel Esasları

Hakk Teâlâ’dan gelen feyz ve bereket şeyh kanalıyla mürîdlerin kalbine akar.

 Son dönem tarikatlarını ilk dönem tasavvufî cemaat ve akımlarından ayıran bir takım ortak esaslar ve kurallar vardır. Bu esas ve kurallar daha evvel mevcut olsa bile son dönemdeki şekilde ve önemde değildir.

a. Tarikatın başında bir şeyh vardır. Bu şeyh ta‘lim şeyhi değil, terbiye şeyhidir. Sohbet şeyhi değil, sülûk şeyhidir. Mutlak şeyhtir. Bir anne veya baba bir çocuğu nasıl terbiye etme hakkına sahipse şeyh de o şekilde mürîd ve dervişlerini terbiye hakkına sahiptir. Daha doğrusu böyle bir görevi ve sorumluluğu vardır. Şeyhin bütün mürîdlerin hallerini bildiği ve onları denetlediği kabul edilir. Şeyhe itiraz bir yana, sual bile sorulmaz. Hakk Teâlâ’dan gelen feyz ve bereket şeyh kanalıyla mürîdlerin kalbine akar. Mürîd bir tek şeyhe bağlanır, birden fazla şeyhin sohbetinde ender hallerde bulunabilir. Her tarikat şeyhinin genellikle diğerinden farklı bir cübbesi/hırkası, bir tâcı, bir sarığı bulunur. Vefat eden şeyh, hayatta iken icâzet ve izin verdiği ehil ve yetenekli mürîdlerinden birini veya bir kaçını istihlâf edebilir, halîfe olarak bırakabilir (tahlif, istihlâf). Yusuf Hemedânî, Ahmet Yesevî, Zenci Atâ dörder halife bırakmışlardı. Bazen halife îmâ ve işaret yoluyla da tayin edilir. Halife bırakmadan vefat eden şeyhler de vardır.

b. Şeyhin etrafında bir mürîdler topluluğu mevcuttur. Mürîdler ve dervişler şeyhlerine mutlak olarak bağlıdırlar, ona tam olarak teslimiyet gösterirler. Şeyhi baba/ata, kendilerini onun evladı; şeyhi efendi, kendilerini onun bendeleri olarak kabul ederler. Her önemli işte onun iznini alırlar, zihinlerinden geçen hususlar da dâhil olmak üzere her davranış ve duygularının şeyhe malûm olduğuna inanırlar. Şeyhin emir ve tavsiyelerine muhalefet etmeyi veya verilen vazifeyi ihmal etmeyi helâk olma sebebi sayarlar.

c. Muhib ve Tâlib belli bir hazırlık döneminden ve test edildikten sonra belli bir törenle mürîdliğe alınır. Şeriatın emri olan namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri sünnetleriyle birlikte tam ve zamanında ifâ ettikten sonra tarîkatın âdâb ve erkânına tam olarak uyması, şeyh tarafından verilen evrâdı/erzâkı (dua, evrâd ve ibadetleri) aksatmadan ve titizlikle yerine getirmesi telkin edilir. Buna inâbe (vazîfe, ders) ve el alma denir. Genellikle mürîdliğe alınan kişiye bir de hırka giydirilir. Buna irâde/mürîdlik hırkası denir. Tarikata alınan tâlib diğer mürîdlerin kardeşi olarak ihvân topluluğuna dahil olur, toplu yapılan ve icrâ-yı zikrullah denilen zikir meclislerine ve tarikat âyinlerine (ritüellere) katılır.

d. Her tarikatın belli bir dua ve Arapça metinlerden oluşan bir evrâdı/ahzâbı vardır. Evrâd; Kur’ân ve Hadiste geçen bazı duaların yanı sıra sûfîler tarafından düzenlenen duaları da içerir. Evrâd düzenli ve devamlı olarak günün belli saatlerinde okunur. Haftalık virdler de vardır.

e. Birçok tarîkatta semâ, hadre, deverân ve zikir meclisi denilen toplu zikir yapma geleneği vardır. Kimi tarîkatlar kıyâmî/ayakta, kimi kuûdî/oturarak, kimi nısf-kıyâm/eğilmiş halde, kimi cerhî/sesli, kimi hafî/sessiz zikri tercih eder. Şeyh ya da halifesinin nezâretinde icrâ edilen âyinlere mürîdler gönüllü olarak katılırlar. Bu âyinlerde Kur’ân’ın yanı sıra toplu halde veya kavvâl/goyende denilen güzel sesli biri tarafından ilâhiler okunur. Coşan cemaat, cezbe ve vecd halleri yaşar. Bu arada sohbet yapılır, menkîbeler anlatılır.

f. Her tarikatın mutlaka bir silsilesi vardır. Bir şeyhin ehliyetli ve kâmil bir şeyh olduğunu gösteren ve hilâfetnâme/icâzetnâme denilen belgeyi (ehliyetnâme, diploma) ehil ve kâmil bir şeyhten alması gerekir. Bu silsile Hz. Peygamber’e kadar gider. Buna sened veya isnâd denir. Hz. Peygamber’den geçip silsiledeki meşâyih yoluyla son şeyhe ulaşan (sened/silsile ile gelen) ilâhî feyz ve bereketin mürîdlere ulaştığına itikat edilir. Silsilede adları geçen meşâyih zikir meclisinde de okunur ve ruhlarının zikirde hazır bulunduklarına inanılır.

Kâdirî silsilesi: 1. Hz. Peygamber 2. Hz. Ali 3. Hz. Hüseyin 4. Zeynelâbidîn 5. Muhammed Bâkır 6. Câfer Sâdık 7. Mûsâ Kâzım 8. Ali Rıza 9. Ma‘rûf-i Kerhî 10. Serî Sakâtî 11. Cüneyd Bağdâdî 12. Şiblî 13. Abdülvâhid 14. Ebu’l-Ferec Tarsûsî 15. Ebu’l Hasan Hakkârî 16. Ebû Sâid Mahzûmî 17. Abdülkâdir Geylânî. “Emanet-i Tarîkat” ve “Sırr-ı Velâyet” denilen bu manevî makam, ruhanî mertebe bu şekilde bir şeyhten diğerine geçmekte ve bâtınî bir mirâs olarak kalmaktadır.

Şeyhe Hakk’tan feyz ve bereket iki yoldan gelir:

1. Doğrudan ve aracısız olarak Hakk’tan gelir. Buna ilâhî feyz ve Rabbânî ilhâm denir.

2. Silsile ve isnâd (anane ve silsile) yoluyla gelir. Buna da feyz-i isnâdî, silsile bereketi denir.

İbn Nedim, Ca‘fer Huldî’nin silsilesini şöyle nakleder:

“Cüneyd - Serî – Ma‘rûf - Farkad Sencî – Hasan-ı Basrî - Mâlik b. Dinâr - Bedir gazasında bulunmuş yetmiş sahâbi.” Burada da Cüneyd’in silsilesinin farklı verilmesi, ayrıca sahabeden belli birinin adının zikredilmemiş olması dikkat çekicidir.

VII. Tarikatlarda, tasavvuf yoluna yeni giren bir mürîdi bir takım işlerle yükümlü tutmak, hatta bazen denemek, bazen yetişmesini sağlamak, bazen da cezalandırmak için zor ve çetin işler gördürmek, ağır işler yaptırmak genellikle başvurulan bir terbiye yoludur. Halvetiye tarîkatı başta olmak üzere bazı tarîkatlarda mürîdleri meşakkatli riyâzetlere, zahmetli mücâhedelere, halvethâne ve çilehâne denilen dar, kapalı ve karanlık hücrelerde çile çıkarmaya mecbur etme geleneği vardır. Böyle sıkı bir disipline sokularak yetiştirilen bir mürîdin mutlaka beden sıhhatine ve ruh metânetine sahip olması gerekir ki, ağır yükü taşısın, çileli hayata katlanabilsin.

VIII. Tarikat mensupları genellikle zâviye, ribat, hankah, dergâh ve tekke gibi özel olarak inşa edilen mekânlarda zikrullahı toplu olarak icra ederler. Teşkilatlı dergâhlarda ve hankahlarda mescid, misafirhâne, semâhâne, tevhidhâne, hücreler, aşhâne/matbah, kütüphâne gibi seyyah/gezgin dervişlerin ve yolcuların ihtiyaçlarını karşılayan birimler bulunur. Tarîkat şeyhinin kabri üzerine inşa edilen türbe belli zamanlarda ziyaret edilir. Urs, mevlid, hafle/ihtifal gibi isimler verilen anma törenleri düzenlenir. Şeyhin türbesini de içeren büyük tekkelere “Astâne” ve “Dergâh” denir. Tarîkat şeyhleri vefat ettiklerinde genellikle dergâhın civarında bulunan ve “Hazire” denilen yerde toprağa verilirler. Buralar önemli ziyaret mekânlarıdır.

IX. Dergâhda ve tekkede icrâ edilen âyinlerde ney, kudûm, def gibi mûsikî enstrümanlarını kullanmak, semâ/raks ve deverân etmek tarîkatların çoğunda mevcut olan bir husustur. Semâ, yani sesi güzel olanların zühde ve ilâhiyâta dâir yazılan hikemî ve ahlâkî şiirleri, münâcât ve na‘atları terennüm etmeleri ve coşmaları geleneği ilk sûfîlerin bir kısmında da vardı. Fakat son dönem mutasavvıflarda olduğu gibi düzenli, devamlı ve tarîkatın önemli bir parçası niteliğinde değildi.

X. Sûfîlerden her birinin bir işi, bir mesleği vardır. Geçimini bu yoldan temin eder, vakıf malından faydalanmayı düşünmezler, zorunlu olmadıkça kimseden bir şey istemezler. Tekke ve dergâhlara yapılan bağışlar ve vakıflar meşâyihin ve dervişânın geçim kaynağı olarak kullanılmaz.

Memluklular döneminde başlayan ve sonraki dönemlerde de süren tekke şeyhlerinin devletçe bu makama atanmaları âdeti ortaya çıktı, şeyhler devletin memurları haline geldiler. Bu dönemde tasavvufun ruhu, manevîliği, samimiyeti, derûnîliği ve sırrîliği azalırken şekilcilik, merasimcilik, âdâb, erkân ve usûle abartılı olarak önem verme gibi hususlar ağırlık kazanmaya başladı. Şekilcilikten ve merasimcilikten en uzak kalması gereken tasavvuf bu gibi zâhirî ve şeklî hususlara boğuldu.

Bahsedilen haller genel olan hususlar olup bu arada tasavvufu ilk dönemdeki sadeliği, heyecanı, samimiyeti ve derinliği ile devam ettiren şeyhler ve tarikat kolları her zaman mevcut olmuştur. Özellikle Melâmet ehli her dönemde gösterişten, şekilcilikten ve ayrıcalıklı bir konumda bulunmaktan titizlikle kaçınmış, kimsenin bilmediği ve tanımadığı hak-erenler (ahfiyâ) olarak yaşamayı tercih etmişlerdir. Fütüvvet ehli ve ahîler ise bir iş ve meslek sahibi olmayı, el emeği ve alın teri ile geçinmeyi bu yolun temel ilkesi olarak kabul etmiş ve uygulamışlardır.


Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ diğer yazıları