Risâlet/Peygamberlik

Hz. Peygamber devlet ve toplumla ilgili işlerde sahabesiyle müşaverelerde bulunurdu.

Nebi, “Allah Teâlâ’dan aldığı vahyi halka tebliğ için gönderilen insandır.” Resul ise, “Hükümlerini tebliğ için Allah Teâlâ tarafından halka gönderilen insandır.” Genellikle resullerin yeni bir şeriat ve yeni bir ilahi kitap getirdikleri, nebilerin ise zamanlarında geçerli olan şeriatın çerçevesi içinde Allah Teâlâ’dan vahiy aldıkları kabul edilir. (bk. Et-Teftazani, Şerhu’l-Makasıd, II, 173; S. Şerif Cürcani, et-Tarifat, s.98; er-Ragib, el-Müfredat, s.53)

Kur’ân-ı Kerim’de, peygamberlik kavramı ile ilgili nübüvvet, bi’set, risâlet ve irsâl; peygamber de nebi, meb’us, resul, mürsel (çoğulları enbiyâ, meb’usûn, rusul, murselûn) terimleri kullanılmıştır. Peygamberliğe sefâret, peygambere sefir (çoğulu suferâ) dendiği de olur. Peygamber kelimesi peygam, peyam (haber) ve ber (getiren) kelimelerinden oluşmuş birleşik bir isim sıfat veya isim olup Farsçadır. Türkçesi “yalvaç”tır.

Nebi ve peygamber haber getiren; resul, mürsel ve mebus ise elçi anlamına gelir. Şu halde peygamber Allah tarafından gönderilen elçi ve haberci demektir. Görevleri Allah Teâlâ’dan aldıkları bilgileri, haberleri, emir ve yasakları insanlara tebliğ etmekten ibarettir. “Resulün görevi tebliğden ibarettir.” (Mâide, 5/92, 99) Bu tebliğin her türlü tereddüdü ortadan kaldıran apaçık bir durum da olması (Belâğ-ı Mübîn) (Nahl, 16/35, 82) lazımdır.

Ancak peygamber herhangi bir haberci, alelade bir elçi değildir, hele bir postacı hiç değildir. Peygamberlerin, Allah’tan aldıkları vahyi halka anlatımcı ve açıklama görevleri de vardır. Nitekim Kur’ân’da: “Size açıklamalar yapan Resulümüz gelmiştir.” (Mâide, 5/15, 19, 89) buyrulmuştur. Aslında Kur’ân’ın kendisi de bir açıklamadır. (Tibyân, Beyyine, Beyân, bak. Nahl, 16/89, En’âm, 6/157, Al-i İmrân, 3/138) Peygamberin yaptığı açıklama, kutsal metni ve ilahi açıklamayı çeşitli kişi ve zümrelere anlayabilecekleri bir dille ve daha ayrıntılı bir şekilde anlatmayı esas alan bir beyandır.

Peygamberin en önemli görevlerinden biri de insanları hakka davet ve bu uğurda mücadele etmektir. “Allah’ın yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl, 16/125; Hacc, 22/167; Kasas, 28/87; Şûrâ, 42/15) Daha evvelki peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s) de halkı Allah Teâlâ’nın yoluna davet etmiş ve bu uğurda çeşitli sıkıntılara ve baskılara maruz kalmış, türlü türlü zorluklarla karşılaşmıştır. Şu halde Kur’ân’ı açıklama ve bu yolda çetin bir mücadele yürütme de tebliğin bir parçasıdır.

Bir anlamda Kur’ân (vahiy) ile peygamberin görevi, amacı ve işleri birebir aynıdır. Vahyi peygambersiz, peygamberi vahiysiz düşünmek mümkün değildir. Vahyi peygamberden ayırma ve soyutlama gayretleri abestir. Vahiy nebinin kişiliğiyle bütünleşmiştir.

Yüce Allah Kur’ân’a; Mübîn, Nur, Hidâyet (Hudâ), Rahmet, Meriza, Şifâ, Mübârek, Hikmet, Hakîm, Sırât-ı Müstakim, Nezîr, Beşîr, Basîret, Beyân, Hak, Hâdî, Tezkire, Zikir, Münâdi, Aziz, Belâğ gibi isimler ve sıfatlar vermiştir. (Bk. İtkan, Kahire, 1951, I, 50) Yani Kur’ân bir açıklama, bir bildiri, bir duyuru, bir ışık, bir kılavuz, bir rahmet, bir öğüt, bir şifa, bir mübarek çağrı, bir hikmet, bir dosdoğru yol, bir uyarı, bir müjde, bir ufuk açan görüş, bir doğru, bir gerçek, bir hatırlatma, bir çağrı, bir aziz davettir. Burada sıralanan kavramlar, nitelemeler ve isimler aynen Peygamberimiz (a.s) hakkında da bahis konusudur. Yani Hz. Peygamber de bir Mübîn (açıklayıcı), bir ışık, bir rehber, bir uyarıcı, bir müjdeleyici, bir rahmettir.

Hz. Muhammed’i (a.s) ve O’nun mübarek hal, hareket ve sözlerini Kur’ân’dan soyutlamak mümkün olmadığından ulemâ Kur’ân’a “Vahy-i Metluvv”, hadislere ve sünnete de “Vahy-i gayr-i Metluvv” adını vermiş, Resul-i Ekrem’in (a.s) hal, hareket ve sözlerini bir tür vahiy saymış, “O, havadan konuşmaz, söyledikleri kendisine vahyolunandan ibarettir.” (Necm, 53/4) mealindeki ayetle de bu görüşünü desteklemiştir. Elbette ki Hz. Peygamber, bir beşerdir, bizim gibi bir insandır. O, insanüstü bir varlık da değildir. Dünya işleriyle ilgili hal, hareket ve sözleri vahiy değildir ama yemek yemesi, su içmesi, uyuması, elbise giymesi, gezmesi ve evlenmesi gibi dünyevî davranışları da bizim için önemlidir. Hz. Peygamber (a.s): “Ben de sizin gibi bir insanım, sizin gibi ben de bazı şeyleri unuturum, unuttuğum bir şey olursa bana hatırlatınız.” (Buhari, Salat, 31; Müslim, Mesâcid, 90) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (a.s) hâdîdir, mürşiddir, rehberdir, yolu bilen ve yol gösterendir. Gerçek anlamda ve en yüksek seviyede hâdî, yani hidayete erdiren ve yol gösteren Hakk Teâlâ’dır, ama peygamberler de birer önemli hidayet vasıtalarıdırlar. Nitekim: “Her kavmin bir hidayetçisi vardır” (Ra’d, 13/7) buyrulmuştur. “İman eden zat dedi ki: Ey kavmim! Bana uyun, sizi doğru yola ileteyim.” (Gâfir, 40/29)

Peygamberler hem Allah Teâlâ’dan aldığı vahyi tebliğ ederek, hem de hal, hareket ve davranışlarıyla örnek olarak ve beyanlarda bulunarak insanlara doğru yolu gösterir, onları Hakk’ın yoluna iletirler. Kur’ân’da sebilullâh ve sırât-ı müstakîm gibi isimler verilen bu yol Allah’a, yaratılandan Yaratan’a ve kuldan Mevlâ’sına giden manevî bir yoldur. Bir kulluk, ibadet ve ahlak yoludur. Bir kurtuluş yolu olduğu kadar da kemale erme ve faziletle donanma yoludur. Daha önemlisi bu yol ahiret yoludur, Hakk’a dönme ve O’na erme yoludur, ebedî mutluluk yoludur. İşte bu yolu en iyi bilen peygamberler ve onların gerçek varisleri ve ehliyetli temsilcilerdir. Bunlara da bu yolu Hakk Teâlâ öğretmiştir.

Bahis konusu edilen yol bir yerden diğer bir yere giden maddi bir yol olmadığı gibi dünyevî işlerle ilgili olarak tutulan bir yol (meslek) de değildir. Hz. Peygamber’in, hicret esnasında Mekke’den Medine’ye gelirken, kendisini takip eden Kureyş müşriklerine yakalanmadan sağ salim Medine’ye ulaşmak için bu yolu iyi bilen bir rehbere ihtiyacı vardı. Onun için Abdullah b. Ureykıt isminde yol bilen bir kişiyi delil (kılavuz) edinmişti. (İbn Hişam, es-Sire, I, 337) Üstelik bu zat o zaman Müslüman da değildi. Görülüyor ki ilahî, uhrevî ve manevî alanda bütün cihan halkına yol gösteren Hz. Muhammed’e (a.s), maddi ve dünyevî bir konuda bir putperest kılavuzluk yapmakta ve yol göstermektedir. İşte dünyevî-uhrevî ayrımı yapmanın temeli budur.

Yüce Allah, vahye mazhar kıldığı Resul-i Ekrem’e: “İş konusunda onlara danış” (Âl-i İmrân, 3/159), yani dünyevî işlerde onlarla istişare et, çevrendekilerin görüş ve deneyimlerinden yararlan, onlarla fikir alış-verişinde bulun, karar alırken onların bilgilerinden faydalan, diyor. Buna uyan Hz. Peygamber devlet ve toplumla ilgili işlerde sahabesiyle müşaverelerde bulunurdu.


Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ diğer yazıları