Hz. Mevlana´da Akıl, Nakil, Vahiy İlişkisi
Ölüyorum, zehir yedim, doktorum Azrail
Genellikle tasavvufta insan aklının önemsenmediği, hatta çoğu zaman küçümsendiği ve aşağılandığı kabul edilir ve bu ön kabulden hareket edilerek tasavvuf ve sûfilik ağır bir şekilde eleştirilir, İslâm toplumlarının geri kalmışlığı buna bağlanır. Bu düşünce elbette ki tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Biz bu yazımızda bu düşünceyi Mevlânâ merkezli olarak değerlendirmeye ve tartışmaya çalışacağız.
Sûfilerin bazı teolojik ve metafizik alanlarda aklı yetkisiz ve nassı/nakli yetersiz gördükleri doğrudur. Ama sûfilerin bu görüşü dîni/ilâhî meselelerin belli bir kısmıyla sınırlıdır. Dünyevî ve sosyal alanla ilgili olarak aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Sûfiler hem dîni, hem de dünyevî alanda aklın önemli bir işlevi bulunduğunun altını çizerler. Dünyevî ve maddî alanda geniş ölçüde hür ve serbest olan akıl, dini ve ilahi konularda sadece bu alanda meseleleri anlama ve kabul etme durumundadır, hüküm verme ve yorum yapma konumunda değildir. İlk Sûfîlerden itibaren tarih boyunca bu durumu bütün mutasavvıflarda gözlemlemek mümkündür.
Sûfîler şu iki hususta görüş birliğindedirler:
1. Allah’ın varlığının delili yine bizzat Allah’ın kendisidir. Bu konuda akıllı insan nasıl delile muhtaç ise aynı şekilde aklın kendisi de delile-rehbere muhtaçtır ve delil de Allah’tır. Akıl mahlûk olduğundan kendisi gibi mahlûk olan hususlarda delil olur. (Kelabazi, 63)
2. Allah Teâlâ’yı ancak akıl sahipleri bilir/tanır. Akıl, kul için bir alet olup bununla ancak kendisine tarif edileni tanır, kendi başına Allah Teâlâ’yı tanıyamaz. (Kelabazi, 64)
Sûfîler ma‘rifet, irfân, ma‘rifetullâh ve ârif-i billâh gibi meselelerden (ilâhiyat, teoloji) bahsederken aklın bu alanda yetersiz olduğunu söyler, gayb âlemi ve ahiret gibi metafizik konuları da bu alana dâhil ederler. Bunlar: ‘Mâverâ-yı akl’ yani akıl sahasının ötesindeki saha ile ilgili hususlardır.
İlâhiyat bahsinde aklın yetersiz kaldığından, çoğu zaman eksik ve yanlış bilgi veren akla bu hususta güvenilemeyeceğinden, bu alanda aklın insanı şaşırtarak yolunu kaybetmesine sebep olacağından bahseden sûfîler bu konularda sağlıklı ve güvenilir bilgi elde etmenin yegâne yolunun, vahiy ve bunun bir devamı olan keşf/ilhâm olduğunu söylerler.
Mevlânâ diğer mutasavvıflar gibi ilâhiyat ve mana âlemi ile ilgili hususlarda aklın ve aklı kullanmanın çeşitli şekilleri olan nazar, istidlâl ve kıyasın işe yaramayacağı kanaatindedir ve bu meseleye eserlerinde -yeri geldikçe- çeşitli şekillerde temas eder.
1. İlk kıyas yapan iblistir. Yüce Allah, ‘Âdem’e secde ediniz.’ (Bakara, 2/34) buyurunca şeytan: ‘Âdem’i topraktan beni ateşten yarattın, ateş topraktan üstündür.’ şeklinde bir akıl yürüttü, kibirlendi. Burada açık bir emir, bir vahiy varken şeytanın kıyasa başvurması lanetlenmesine ve hüsranda kalmasına sebep olmuştu. Oysa yapması gereken, melekler gibi hiç düşünmeden emre uymaktı. Bu konularda vahye ve onun devamı olan keşfe/ilhâma tâbi olmak yegâne sağlıklı yoldur. (Mesnevî, trc. İst. 1942, I, 337)
2. Sağırlar Diyalogu: Mevlânâ, gâib olanı şahit olana (görünmeyeni görünene) kıyas etmenin saçma ve gülünç olduğunu anlatmak için bir örnek verir: Sağır birisi, ziyaret edeceği hastaya soracağı sorulara onun nasıl cevap vereceği konusunda akıl yürütür. Buna göre: ‘Nasılsın, ne yedin, doktorun kim’ sorularına hastanın, ‘iyiyim, mercimek çorbası içtim, doktorum falan zattır.’ diye cevap vereceğini farz eder. Hastaya da: ‘Çok şükür, afiyet olsun, o iyi bir tabiptir’ şeklinde cevaplar vermeyi tasarlar. Ama hasta: ‘Ölüyorum, zehir yedim, doktorum Azrail’ şeklinde cevap verince sağırın kurguladığı cevaplar, arzu ettiği neticenin tersini verir. Mevlânâ der ki: ‘Senin de gayb âlemine karşı kulağın sağırdır. Akla ve mantığa dayanarak fizikötesi âlem ve varlıklar hakkında konuşanların bu hâli tam bir sağırlar diyalogudur.’ (Mesnevî, I, 334-37)
3. Bedevî–Filozof Örneği: Bir bedevî, devesine bir çuval buğday, -dengeyi sağlasın diye- diğer tarafa da bir çuval kum yüklemişti. Bunu gören filozof: ‘Akıllı kişi, kumu boşaltıp buğdayın yarısını bu çuvala doldurur’ demiş, bedevî de bu fikri beğenmiş ve sormuş:
‘Çok akıllı bir kimsesin. Padişah mısın vezir misin?’ Filozof:
‘İkisi de değilim.’ Bedevi:
‘Ne kadar deven ve davarın var?’ Filozof:
‘Hiç yok.’ Bedevi:
‘Dükkânın var mı?’ Filozof:
‘Hayır.’ Bedevi:
‘Ne kadar paran var?’ Filozof:
‘Hiç yok, hiç bir şeye sahip değilim.’ Sonuç olarak bedevî:
‘Bendeki ahmaklık sendeki akıl ve hikmetten daha iyi. Faydası olmayan hikmet neye yarar! Dünya hikmeti şüpheyi artırır, İlâhî hikmet ise insanı semalara yükseltir.’ der. (Mesnevî, II, 243-46) Akıl, ilim ve bilgi maddî ve manevî faydalar temin etmeli, yoksa bu akıl neye yarar?
4. Eskiden beri bir hocanın dindeki mertebesi Arapça’yı özellikle nahiv ilmini/grameri iyi bilmesiyle ölçülür. Gemide yolculuk yapan bir molla, kaptana nahiv bilip bilmediğini sorar, ‘Bilmiyorum.’ cevabını alınca: ‘Eyvah, ömrünün yarısı boşa gitmiştir.’ der. Bir süre sonra fırtına çıkar, gemi sallanmaya başlar. Kaptan, mollaya: ‘Yüzme biliyor musun?’ diye sorar, ‘Hayır!’ cevabını alınca: ‘Yazık, bütün ömrün boşuna gitmiştir.’ der. (Mesnevî, I, 281) Mevlânâ bu yolda ‘nahiv ilmi’ değil, ‘mahvolma ilmi/tasavvuf lazımdır.’ der. Hz. Musa-Hızır kıssasında Hz. Musa aklı, Hızır vahyi temsil eder ve Hz. Musa’nın şaşkınlığı vahiy karşısında aklın şaşkınlığını ifade eder. (Mesnevî, II, 250) Mevlânâ, ‘Mustafa’nın huzurunda aklı kurban et!’ der ve ekler: ‘İstidlâl ehlinin/akılcıların ayakları tahtadandır, zayıftır.’ (Mesnevî, IV, 116)
Naklî İlim: Mevlânâ kitap okunarak öğrenilen veya rivayetlere dayanan nakli bilgilerin de keşf ve ilhâm karşısında aklî bilgiler gibi yetersiz kaldığını söyler. Hz. Nuh’un oğlu keşke: ‘Dağa çıkar kurtulurum.’ demeseydi de babasına teslim olsaydı. Gönlü bir velîden aldığı bilgiyle dolu olsaydı da zararı yok naklî bilgisi az olsaydı. ‘Zamanın kutbunun ilmi yanında, naklî ilim, su varken teyemmüm etmeye benzer.’ der. (Mesnevî, I, 186, IV, 261; Fîhimâfîh, İst. 1969, s.220) Dini bilginin yaşanan ve uygulanan canlı bir bilgi olması gerekir. Böyle olmayan kuru ve ölü bilgilerin insana kazandıracağı fazla bir şey yoktur.
Cüz’î Akıl – Küllî Akıl
Genellikle mutasavvıfların birçoğunda görüldüğü gibi Mevlânâ da cüz’î ve küllî akıldan bahseder. Küllî akıl bütün âlemin suretidir, insanların atasıdır, ona uygun hareket edilmelidir. Cüz’î akılda veya akl-ı meaşda var olan bilgilerin kaynağı küllî akıldır. Küllî akıl öğretmen, cüz’î akıl öğrenci gibidir. Peygamberler akl-ı küllîdir. Küllî akıl, ilim ve marifetin kaynağı olan ve peygamberlere vahiy getiren Cebrail’dir. Evliyanın bilgi kaynağı da odur. Bundan dolayı mutasavvıflar hakiki bilgi için o kaynağa yönelmek gerektiğini her fırsatta ifade ederler.
Cüz’î akıl insanların tecrübe yoluyla dünyevî işler konusunda bilgi edinmelerini sağlayan beşeri bir akıldır. Buna ‘akl-ı meaş’ da denir. Mevlânâ bundan bahsederken:
‘Cüz’î akıl (dünya ile ilgili) sözlerimizde ve işlerimizde bize yâr olur, hâl bahsine gelince Lâl/hiç olur’ diyor.(Mesnevî, I, 195) O, asla ilâhî sırra vâkıf olamaz.
‘Akıl, akla uygun olan her şeyi mucizesiz kabul eder. Mucizeye ihtiyaç gösteren hususları akıl tek başına kavrayamaz.’(Mesnevî, I, 212)
Cüz’î akıl mezara kadar olan sahayı görebilir, ilerisini göremez. Diğer hususlarda Peygamberleri ve velileri taklit eder. Bu akıl mezardan ve topraktan öteye gidemez.(Mesnevî, IV, 265) Cüz’î akıl şimşeğin meydana getirdiği aydınlığa benzer, belli bir alanı bir an için aydınlatır, uzun mesafeler için kılavuz olamaz.(Mevlânâ, IV, 266)
‘Aklı olan herkes bilir ki her hareket edenin bir hareket ettiricisi var, O’nu görmesen bile eserlerini görürsün.’(Mesnevî, IV, 13) Bu alanda, eğer (cüz’î) akıl rehber olsaydı Fahreddîn-i Râzî dinin esrarına vakıf bir âlim olurdu, oysa onun aklı şaşkınlığını arttırmıştır.(Mesnevî, V, 337)
Bugün akıllı bir kişi (mâhir bir usta ile) bir arada bulundu mu değerli bir kumaş olur, taş akıllı bir kişi (mimarla) birlikte bulundu mu bir şaheser, bir saray olur. Akıllı bir insanla bulunan bir adamın, kişiye neler kazandıracağını varın kıyas edin. Taşa bile tesir eden akıllı adam, insana tesir etmez mi hiç.(Fîhi Mâfîh, s.338)
Mevlânâ yılan yutan bir adamı kurtaran akıllı bir adamdan bahsederken: ‘Akıllının düşmanlığı bile can kurtarır, ahmağın dostluğu ise cana cefadır’ der.(Mevlânâ, II, 147)
Allah’a giden yolda akıl, Burak; aşk, Refref gibidir. Aklın kılavuzluğu ile Yüce Allah’a belli bir yere kadar yaklaşır, ama daha ileriye gidemez, ötelere refrefle, yani ilâhî aşkla gidilir. Mevlânâ, ‘Bir ülkenin sultanı aşk olunca, orada aklı bir hırsız gibi idam etmek gerek’ derken buna işaret ediyor.(Mevlânâ, Divan, Ank. 2000, s.420) Bu yolda aklı batağa batmış bir eşek gibi aciz görmesi de bundandır.
Görülüyor ki, maddî ve dünyevî konularla ilgili ve sınırlı olan akıl, fikir ve mantık tasavvufta daima övülmüştür. (Gazâli, İhyâ, I, 94, 274; IV, 299) Kendi tabiî faaliyet alanında kalan ve haddini tecavüz ederek insanları yanlış yollara sevk etmeyen maddî âlemle ilgili akıl (akl-ı cüz’î ve akl-ı meaş) Mevlânâ tarafından övülür ve onun bu âlemde bize rehber olduğu ifade edilir. Diğer yandan da cehalet ve ahmaklık, bilgi ve akıl yoksunu olmak ağır bir şekilde yerilir.
Bütün mutasavvıfların akıl ve nakil karşısındaki tavırları aynı değildir. Bazı tasavvufî hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle yakın durur, hatta bu ikisiyle iç içe ve barışık iken diğer bazı tasavvufî hareketler ve mutasavvıflar akla ve nakle karşı oldukça soğuk bir tavır sergiler, durumu kurtarmak için sadece şeklen akla ve nakle atıflar yaparlar. Aynı çağda ve farklı bölgelerde yaşamış olan Hâris Muhâsibî (v.243/857) ile Sultânü’l-Ârifîn Bayezid Bistamî (öl. 234/848) bu bakımdan karşılaştırılmaya değer. Muhâsibî akla, aklî izah ve tahlillere önem verir ve tasavvuf felsefesini geliştirirken akla ve nakle geniş yer ayırır. Bu iki kaynaktan azami derecede faydalanır. Fakat onun bu tavrı selefilerin de sûfilerin de pek hoşuna gitmez. Başta İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere selefiler onu bidatçı bir kelamcı olarak suçlarken, sûfiler de onun tasavvufuna sıcak bakmazlar. Vefat ettiğinde cenaze namazı sadece dört kişi tarafından kılınmıştı. Şathiyatıyla ünlü olan Bayezid Bistamî’nin tasavvufu ise dinî-tasavvufî his, heyecan, coşku, sevgi, aşk, şevk, sekr gibi mistik hallerle doludur. Onun söz ve açıklamalarında hemen hemen aklın ve ilmin izlerine rastlanmaz. Bazen alıntıladığı nakil ve naslara da tamamıyla tasavvufî bir şekil ve renk verir, meşrebine göre yorumlar. Tarîkat silsilelerinde Muhâsibî’ye hiç yer verilmezken Beyazıdi Bistamî’ye önemli ve geniş bir yer verilmesinin sebeplerinden biri, hatta en başta geleni bu durumdur. Tasavvuf tarihinde çeşitli meşreb ve tarîkatların mevcud oluşunda bu durumun payı büyüktür.
Hz. Mevlânâ’yı bu açıdan değerlendirdiğimizde onun İslâm’ın manevî, ruhanî ve sırrî özünü azami derecede geliştirmiş ve her zaman bu öze bağlı kalmış olmakla beraber nasslarla, yani dinin açık ve kesin hükümleriyle uyum içinde olduğu, bu özelliği ile bir Müslüman velisi, sûfisi kimliğine sahip bulunduğu açıkça görülür. Bu arada onun Yüce Allah’ın insanlara en büyük nimeti ve lütfu olan akl-ı cüz’î ve akl-ı meaştan insanların faydalanmaları için sıkça teşvikte bulunduğu ve bu hususun altını kalın bir çizgiyle çizdiği de muhakkaktır.
Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ diğer yazıları
- 06 Kasım 2014 Derviş
- 17 Eylul 2013 Risâlet/Peygamberlik
- 25 Mayıs 2013 Sohbet
- 16 Şubat 2013 Gönlün Fethi
- 03 Kasım 2012 Tarikatların Zuhûru
- 11 Ağustos 2012 Tasavvufta Semâ
- 11 Mart 2012 Din-Ahlâk-Hukuk
- 29 Aralık 2011 Ahlâk ve Âdâb
- 28 Haziran 2011 Sûfî Yolunun Genel Esasları
- 15 Nisan 2011 Niyet-Ahlak İlişkisi
- 26 Şubat 2011 Olgun Mü’min
- 25 Aralık 2010 Ahlâk ve Huy Değişir mi?
- 12 Ekim 2010 Ne Zaman Kopacak!
- 08 Ağustos 2010 Mürşid-i Kâmilin Vasıfları
- 22 Temmuz 2010 Ölüm ve Mahiyeti
- 31 Mart 2010 Allah-İnsan Rabıtası