Kimlik Arayışları

Aşktır, samimiyettir, ihlastır, rızadır, sabırdır, edebdir, teslimiyettir, ahlâk-ı hamîdedir, kanaattir, tevazûdur…

İnsanoğlunun, bu âlemde kimliğini bulması elzemdir. Ki diğer âleme geçince “ey Veliler”, “ey sıddıklar”, “ey mü’minler”, “ey fâsıklar”, “ey mücrimler” dendiği zaman hangi güruhtan olduğunu karıştırmasın.

İnsanın bir; olduğu, bir; olduğunu sandığı, bir de olması gerektiği kimliği vardır. Mesela bir ilim talebesi vardır. Bu talebe adı üstünde “talebe”dir, öğrencidir. Ama kendini “âlim” sanır. Olması gerekeni ise Allah (c.c) rızası için ilim tâlibi olmaktır.

Tabii ki bu saydıklarımız dünyevî konular için geçerli değildir. Dünyevî hususlarda bir mü’min daima ilerleyecek, merhale kat edecek, bulunduğu mevkide memleketine faydalı olarak Müslümanlara daha güzel hizmetler sunmak için yükselecektir.

Biz dinî, manevî konularda kişinin amacının dışına çıkmamasını konu alıyoruz.

Burada bir soru ortaya çıkabilir: Biz neyiz, kimiz, kim olmalıyız?

Biz her şeyden evvel, Allah’ın kuluyuz. Muhammed Mustafa (s.a.s) Efendimizin şerefli ümmetinin bir ferdiyiz. Bizim özümüz budur. Sıfatımız ise;

Aşktır, samimiyettir, ihlastır, rızadır, sabırdır, edebdir, teslimiyettir, ahlâk-ı hamîdedir, kanaattir, tevazûdur…

Allah (c.c); Süleyman’a (a.s) saltanat ve büyük bir ihtişam verdi. O hazret bununla ne yaptı? Şükredip kulluğa devam edip insanları bu vesileyle Hakk’a davet etti. Bununla da aziz oldu.

Peki Firavuna ne oldu? O zelil bedbaht kişi, kendisine verilen saltanattan başı dönerek kendini ‘haşa’ ilah sandı. Ve sonunda: “Ene Rabbükümü’l-a‘lâ / Ben, sizin en yüce Rabbinizim” dedi. Ve zelil oldu. O, bunların kendisine bir imtihan olarak verilebilmiş olduğunu göz ardı etti. Hz. Mûsa’nın (a.s) uyarılarını dikkate almadı hatta kendisi için zararlı bildi, halkı iman etmemeleri için kışkırttı, “O, sihirbazdır” dedi. Olmadı öldürmeye kalktı. Fakat gerçekte yok olan kendisi oldu. Bunlar olmuş vâkıalardır. Kur’ân’da bizlere haber verilmiştir.

Bir diğer örnek de Kârun isminde bir kişi. Kârun zahiri olarak büyük bir mevkii ve zenginliğe sahip kılınmıştı. Öyle ki, rivayete göre sadece hazinelerinin anahtarlarını 70 deve taşırdı. Fakat o kibirli zelil kişi dedi ki: “Bu (hazineler) bana ancak bendeki bir ilimden dolayı verilmiştir.” Ve bu sözüyle birlikte o malın mülkün hakkını vermedi. Sonunda Aziz ve Celil Allah (c.c), Kârun’u hazineleriyle birlikte yerin dibine batırdı. Hâlâ izi bulunamamıştır.

Zengin kimdir, zenginlik veren kimdir? Allah’tır (celle celâlühû). Ama bunu görememişler ne fayda! Kişinin bedbahtlığının ve zararda oluşunun en büyük alâmetlerinden birisi kendisine yapılan nasihate kulaklarını tıkamasıdır. Kur’ân ifadesiyle; kulak mühürlenir  hakikati duymaz, göz mühürlenir hakikati görmez. Kalp mühürlenir doğruyu eğriyi ayırt edemez, neûzübillâh…

Kureyş kafirlerinin iman etmemesi nedendir? Çünkü mevkii, mal-mülk ve saltanatları, itibarları vardı. Efendimizin (s.a.s) davetine kendilerini kapattılar. Hatta dediler ki: “Bu vazife verilecekse bile bize verilmeliydi, biz daha layığız, zenginiz itibarlıyız, Ebû  Tâlib’in yetimine verilmesini kabul edemiyoruz” sözlerinin özü özeti buraya çıkıyordu. Halbuki mana zenginliği mala-mülke, itibara, şuna buna bakmaz. Allah (c.c) kime dilerse ona verir. İsterse o kişi dağda çoban, isterse okulda hademe, isterse inşaatta amele ya da hamal olsun fark etmez verir.

Bir Mürşide; bir garip çoban derviş olmuş. Birkaç sene içinde Mürşid, o çobanı tasavvufta kemale erdirip hilafet vermiş. Bu Mürşid-i Kâmil’in bir de 20 yıllık bir dervişi varmış. Demiş ki:

“Efendim! Bu dervişiniz 20 senedir size intisaplıdır. Ama siz, şu çobana himmet buyurdunuz, bize değil, nedendir?” Mürşid-i Kâmil tebessüm ederek:

“Evladım! 20 senedir bi-iznillâh kibrini kırdım riyan çıktı, riyanı yok ettim ucbun çıktı, ucbun bitti, hasedin çıktı. Çıktı da çıktı… Halbuki bu çoban ‘yok ol’ dedim yok oldu gitti, her şeyden geçti, bir şey olmayı da beklemedi. Bize sırf  Hakk (c.c) rızası için hizmet etti. Sen ise bakıyorum ki hala 20 senenin davasını güdersin, ne olmayı beklerdin, neyleyeyim nasip meselesi.”

Yüzlerce yıldır bu devranda sayısız makam ve mevki sahipleri gelip geçmiştir. Bugün hiçbirini hatırlayan yok. Ama bir tekkede kendi halinde Allah’ı zikreden bir Aziz Mahmud Hüdai (k.s), bir Hacı Bayram-ı Velî (k.s), bir Yûnus Emre (k.s), bir Mevlânâ (k.s) unutulmuyor ve gönüllere taht kurmuşlardır. Bunun sebebi nedir?

Bu zâtlar, “Biz dervişlik yapalım da halk bizden bahsetsin, bizi konuşsun, elimizi öpsün” dememiş ve bu niyetle bu yollara girmemişlerdir. Onlar samimi bir şekilde gerçek amaçları olan kul olma yolunda çalışmışlar ve Hakk’ı her şeyden; maldan, mülkten, mevkiden üstün tutmuşlar, Hakk Teâlâ (c.c) Hz.leri de onları en üstlere çıkarmıştır.

Hülasa âlimler de, ârifler de, evliyâ da “Bize âlim, ârif, evliyâ desinler” diye gayret göstermemişlerdir. Öyle deselerdi böyle olmazlardı. Bu derece yükselmezlerdi. Onlar her an Hakk’ı isbât ve kendi benliklerini nefy etmişlerdir. Bunu anlamayanlar ise işin kîl ü kâlinde (dedikodusunda) kalmışlardır.

Allah (c.c) Hz.leri bizleri gerçek amacı doğrultusunda çalışıp, hakkıyla kul olma yolunda ilerleyenlerden eylesin.

ve’s-Selâm, ve’d-Duâ…


Şaban KESECİ diğer yazıları