Kanûnî Sultan Süleyman ve İmam-ı Azam
İstanbul’u aldığıma o kadar sevinmiyorum; beni asıl mutlu eden şey, Akşemseddin gibi bir âlimle yan yana olmaktır!
Başta İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri olmak üzere, birçok İslâm bilgini, Türklerin İslâm tarihinde oynadığı büyük rolü ve üstün hizmeti eserlerinde anlata anlata bitiremiyorlar.
Meselâ Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Bey’in İslâm Tarihi adıyla kaleme aldığı şaheseri, ‘İslâm’ın kahraman ordusu’ kabul edilen Türk ordusu dini ve milli heyecanını, i’lâ-ı kelimetullâh/Allah’ın dinini yüceltme uğrunda gösterdiği çabayı muhteşem tablolar hâlinde gözler önüne seriyor. Ve siz böyle bir eseri okurken şanlı ecdadın torunları olmanın bahtiyarlığını yaşıyorsunuz.
Şurası bir gerçektir ki Emeviler, Peygamberimizin Ehl-i Beyt’ini feci bir şekilde şehit ettiler. Kerbela faciasını İslâm’ın başına belâ ettiler. Bu zulüm ve işkenceyi yapanlar, kıyamete kadar habis ruhlar olarak anılmayı hak ettiler. Tarihler Emevi halîfelerinin birkaçı hariç habâsetlerini ve lâubaliliklerini iğrenç tablolar hâlinde bizlere naklediyorlar.
Kabul etmek lâzım ki Abbasiler de onlardan geri kalmadılar. Onlar da ulemâya zulmederek denâetlerini ve şenaâtlerini sergilemekten çekinmediler. İmâm-ı Azamları, Ahmed b. Hanbelleri hapishanelerde çürütüp, kırbaçların altında inlettiler. Mu’tezile mezhebini teşvik ve terviç etmek için akla hayâle gelmedik işkencelere başvurdular. Halife-i Müslimin adıyla ortaya çıkan bazı mahlûklar, “Kur’ân mahlûktur” sözünü kabul etmedikleri için, mezhep imamlarını ezaya cefaya maruz bıraktılar.
İftiharla belirtelim ki Selçuklu ve Osmanlılarda böyle menfi örneklere, insanın içini karartan tablolara rastlamıyoruz. Selçuklu sultanlarının ve Osmanlı padişahlarının âlimlere, şeyhlere, maneviyat sultanlarına büyük bir saygı gösterdiklerini biliyoruz. Bir Nâkıbü’l-Eşrâf’lık müessesinin sırf bu maksatla kurulduğuna şahit oluyoruz.
Uzun söze ne hacet, cihan hükümdarı Fâtih Sultan Mehmet Han’ın sırf şu sözü bile ulemânın padişah nezdindeki mevkiini canlı bir tablo gibi gözler önüne seriyor:
“İstanbul’u aldığıma o kadar sevinmiyorum; beni asıl mutlu eden şey, Akşemseddin gibi bir âlimle yan yana olmaktır!”
Yeri gelmişken belirtelim ki, Osmanlı hükümdarlarının bu konudaki gayretleri ve hizmetleri; ulemâya, udebâya, şuarâya, meşâyihe besledikleri muhabbet ve bu muhabbetin tezahürü olan müesseseler birer birer sıralanmak istense ortaya hacimli kitaplar, cilt cilt eserler çıkar. Şimdi isterseniz deryâdan bir damla olmak üzere Yavuz’dan ve Kânûnî’den birkaç anekdot nakledeyim:
Mısır fâtihi Yavuz Sultan Selim ile şeyhülislâm İbn-i Kemal arasında geçen çamurlu kaftan hikâyesi çok meşhur olduğu için ondan değil de, padişahın başka bir çamur vakasından kısaca bahsedeyim:
Yavuz, Mısır kölemenlerinden Kansu Gavri’yi mağlûp ettikten sonra yola çıkıyor, bir alay ile Halep şehrine doğru gidiyordu. Bu sırada devrin meşhur âlimleri de kendisini karşılamaya hazırlanıyordu. Bu âlimlerin arasında Fenârizâde ailesinden İstanbul kadısı Mehmed Şah da bulunuyordu. Padişah kendisine yaklaştığı sırada Efendi’nin altındaki at ürküp Mehmed Şah’ı çamurların içine düşürüyor. Durumu gören Yavuz derhal atından inip, bu büyük bilgini düştüğü yerden kaldırıyor, üzerindeki çamurları bizzat temizliyor. Böylece ilim adamlarına olan saygısını bir kere daha gösteriyor. Osmanlı padişahlarına çamur atmayı âdet hâline getirenlere ithaf olunur!
Solakzâde’nin ifadesiyle peygamberlerin temiz ruhlarından ve makam sahibi evliyaların mübarek merkadlerinden istimdat etmeyi âdet hâline getiren padişah hazretleri Şam’a geldiği zaman uğur dolu mezarlıkları ziyaretten geri kalmıyor.
Meşâyihin güzidesi olan Muhyiddîn-i Arabi’nin nur dolu kabrini ziyaret ettiği sırada kubbesinin âşıkların sinesi gibi çâk çâk (parça parça) olduğunu, sandukasının dikenler ve çöpler içinde bulunduğunu görüp fena halde üzülüyor. Bu güzel merkadi, beyt-i ma’mûr hâline getirerek himmetini gösteriyor. Ayrıca türbenin yanına bir câmi yaptırıyor. Güzelliği dillere destan olan bu câminin bitişiğinde bir de imarethane inşa ettiriyor. Gelir için vâkıflar tesis ediyor. İbn-i Arabî, böylece Türkî bir hükümdarın eliyle yeni türbesine kavuşuyor. Şâm-ı Şerif’in en fazla ziyaret edilen mistik mekânlarından biri hâline geliyor.
Karaların ve denizlerin hâkimi Kânûnî Sultan Süleyman da babası Yavuz gibi dindar bir padişahtı. O da âlimlere, meşâyih-i kirâma büyük bir muhabbet besliyordu. Bağdat seferi esnasında bu hükümdarı da aynı hâlet-i rûhiye içinde görüyoruz. Padişah ilk önce Mûsa Kâzım hazretlerinin türbesine giderek, orada bulunan fakirlere pek çok sadaka dağıtıyor. İranlıların tahrip ettikleri Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin mezarının üstüne bir türbe, ayrıca bir de imâret yaptırıyor. Kerbelâ ve Necefe giderek Hazreti Ali’nin ve Hazreti Hüseyin’in türbelerini ziyaret ediyor.
Bu hizmetlerle yetinmeyen Kânûnî Sultan Süleyman manevi huzurunda saygıyla eğildiği İmâm-ı Azam hazretlerinin türbesini de merak ediyor. Bu arada belirtmek gerekir ki, İmâm-ı Azam’ın mübârek türbesi de Şiiler’in tahribatından kurtulamamıştı.
Padişah, İbrahim Paşa vasıtasıyla büyük imamın merkadini araştırıyor. Türbenin temellerini bulunca da enkazını ve etrafındaki pislikleri bir güzel temizlettiriyor. Eski kubbesinin altında bir ocak çukuru olduğunu görüyor. İbrahim Paşa, mezarı mutlaka bulacağız diye büyük bir gayret gösteriyor. Mâbeyn müderrisliğinde mülâzımlık görevinde bulunan Taşkun adında bir adam, paşaya müracaat ederek mezarın bulunması için kendisine izin verilmesini rica ediyor. Paşa da ricasını kabul ediyor.
Bu arada garip bir hâdise oluyor. İsterseniz onu da Celâlzâde Mustafa’nın Tabakâtü’l-Memâlik ve Derecâtü’l-Mesâlik isimli kitabından nakledelim:
“Aradan iki üç saat geçmedi. Taşkun, paşaya gelerek; ‘Paşam, garip bir hâdise zuhûr etti. Adamın biri kazmasını yere vururken bir taşı yerinden debretti/oynattı. Orada bir yapı göründü. Bu yapının içinden gayet güzel bir koku yayıldı. Taşı yerinden oynatan adam kokunun etkisiyle düşüp öldü’ dedi. Paşa derhal ölen adamın ve koku çıkan mezarın yanına geldi. Gerçekten de taşı kazmayla kaldıran adam ölmüştü. Fakat güzel koku hâlâ devam ediyordu. Paşa, taşı kendi eliyle eski yerine koydu. Koku epey devam etti. Kısacası, mezar bulundu ve üzerine bir türbe yapıldı. Daha sonra etrafı hisarla çevrildi. Gerekli yerlere kale topları yerleştirildi. Sakmanlar, dizdar tayin edildi. Kur’ân-ı Kerîm okumak için hâfızlar ve hizmetkârlar görevlendirilip bir de kayyum tahsis edildi. Oraya gelip gidenlere yemek yedirmek için bir imarethane yapıldığı gibi, buralara sarf edilmek üzere vakıf tahsisatı verildi.”
Bu eser, emekli Binbaşı Sadettin Tokdemir tarafından yeni harflere aktarıldı ve 1937’de Askeri Matbaa’da basıldı.
*Kaynak: Dursun Gürlek, Tebessüm ve Tefekkür.
Dursun GÜRLEK diğer yazıları
- 20 Aralık 2018 Hükümdar Mıknatıstan Olsa
- 17 Temmuz 2017 Eski Kitaplardaki Eskimez Sözler
- 03 Haziran 2014 Hediyelik Altınlar
- 12 Ekim 2010 Osmanlıda Sadaka-i Câriye Algılayışı
- 08 Ağustos 2010 İstanbul’un Manevî Fatihleri
- 22 Temmuz 2010 Şanlı Selâhaddin ve Büyük Nûreddin