Dursun GÜRLEK

Eski Kitaplardaki Eskimez Sözler

Eski Kitaplardaki Eskimez Sözler

Sayfaları sararmış, ciltleri kararmış eski eserlerde, bol miktarda latifelerle, hikmetli sözlere, ilgi çekici konulara rastlıyoruz. Bunlar kısa, fakat özlü sözler, ibret verici, düşündürücü anekdotlar olarak karşımıza çıkıyor. Bazen koca bir kitapta bulamadığımız bilgiye ve ilgiye, böyle birkaç cümlelik söz demetleri arasında rastlıyoruz. Özellikle Osmanlıca risaleler, kitapçıklar bu sahada tam bir hazine teşkil ediyor. Gönlüm bunların unutulup gitmesine, nisyana terk edilmesine razı olmadığı için rast geldikçe tespit etmeye, takdim etmeye çalışıyorum. Yine öyle yapacağım ve sizleri geçmiş zaman kitaplarında yer alan bir takım hikâyeciklerle baş başa bırakacağım.

Cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman 1522 yılında Rodos´u kuşatıyor. Burada her millete mensup olan şövalyelerin çoğunu esir alarak adayı ele geçiriyor. Fakat şövalyelere asla kötü muamelede bulunmuyor. Hatta memleketlerine gitmeleri için gerekli izni bile veriyor. Bu fevkalade nezaket karşısında çok etkilenen şövalyelerin reisi, minnet ve şükran duygularını dile getirmek üzere, hükümdarın huzuruna çıkmak ve eteğini öpmek istiyor. Bu hareketten etkilenen padişah, veziri Pîrî Paşa´ya şöyle diyor:

“Bu Hıristiyanları, şu ihtiyar halinde yurtsuz ve vatansız bıraktığım için ne kadar üzülüyorum, bir bilsen!”

Hey koca Kanuni hey!

Senin merhametin ve kanunların adalet şeklinde tecelli ettiği için üzülmedin, bilakis kendi kendini teselli ettin. Sen muhteşem bir hükümdardın, karaların ve denizlerin hâkimiydin. Avrupa krallarına bile taç giydiriyordun. Yegâne gayen “i‘lâ-yı kelimetullâhtı. Allah´ın ismini, kelimesini yüceltmeye çalıştığın için yüceldin. Sadece şanlı değil aynı zamanda şefkatli bir hükümdardın. Karıncayı incitmekten bile çekiniyordun.

Bir gün Topkapı Sarayı´nın bahçesinde dolaşırken, karıncaların musallat olduğu bir meyve ağacıyla karşılaştın. Bu hayvancıkları öldürüp yok etmenin günah olup olmayacağını çok sevdiğin şeyhülislamına sordun:

“Dırahta ger ziyan etse karınca

Ziyanı var mıdır ânı kırınca” dedin.

Ebussud Efendi, şu iki mısra ile ve aynı minval üzere cevap verdi:

“Yarın Hakk’ın divanına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca”

Sen bu cevabı alınca, öldürülmekten kurtuldu bunca karınca, ben de şefkatini ve merhametini anlatmaya çalıştım karınca kararınca…

 

Ömer bin Abdülaziz hazretleri zehirlenip ölüm döşeğinde yattığı sırada, kendisine zehir veren adamı yanına çağırır. Yumuşak bir lisanla böyle bir cinayete nasıl cüret ettiğini sorar. Adam:

“Ey mü´minlerin emiri! Bana bin altın verdiler! Ben de paraya tamah edip bu cinayeti işledim!” cevabını verir. Halife hazretleri, hemen bin altını geri aldırarak beytülmale, yani devlet hazinesine teslim ettirir. Caniye de şöyle der:

“Bana verdiğin zehrin etkisiyle ölürsem seni de sağ bırakmazlar. Derhal buradan uzaklaşıp bir yere saklan!”

Ömer bin Abdülaziz hazretleri, bu asil hareketiyle katlini bile affeden devlet başkanı olarak tarihlere geçiyor.

“İkinci Ömer” kabul edilen bu büyük halife çirkin bir geleneğe de son veriyor. Emeviler döneminde, Cuma günleri hatipler minberde Hazreti Ali ve çocuklarına sövüp sayıyorlardı. Ömer bin Abdülaziz bu kötü geleneğe son verdi.

 

Dilin kemiği olmadığı için kolayca sağa sola bükülüyor. Olur olmaz zamanlarda açılan ve bir türlü kapanmak bilmeyen ağızlardan kem sözler, iğrenç kelimeler dökülüyor. Böylece sağa sola fitne tohumları ekiliyor. Sâdi:

“Ey arkadaş ağzını, dişlerini misvakla bir güzel temizlersin, arkasından da gıybetle, dedikoduyla onu kirletirsin, bu bir tezat değil mi?” diyor, doğru da söylüyor. Gerçek anlamda temiz olan ağızdan elbette ki pis sözler çıkmaz. Ne yazık ki, insanların büyük bir bölümü ileri geri konuşmaktan, ona buna iftira atmaktan, malayani söylemekten büyük bir zevk alıyor. Rahat etmek istiyorsanız, karakteri bozuk, ağzı bozuk insanların laflarına kulaklarınızı tıkamanız gerekiyor. Hem kimin aleyhinde konuşulmuyor, kimin dedikodusu yapılmıyor ki?

Kethüdâzâde Mehmed Arif Efendi´nin Menâkıbname´sinde yer alan şu anektod, konumuz hakkında çarpıcı bir örnek teşkil ediyor:

Bir gün, Hazreti Musa, Tur Dağı´nda münacât ederken şöyle diyor:

- Ya Rabbi! Halkın dilini bir türlü kesemedim. Herkes ağzına geleni söylüyor, hakkımda ileri geri konuşuyor. Bunun üzerine kendisine şöyle vahyediliyor.

- Ya Musa! Boşuna rahatsız olma! Onlar benim hakkımda da konuşuyorlar. Oğlu var, kızı var, ortağı var, diyorlar.

 

Sahrada yaşayan bir Arap daima acı su içiyor, ağaç yaprakları ve ot kökleri yiyerek hayatını devam ettiriyordu. Bir gün nasılsa bir çeşmeye rastladı. Çeşmenin suyu ise çamura ve tortuya bulanmıştı. Adamcağız, bu sudan bir miktar içince hayatı boyunca tatlı su içmediği için, onu âb-ı hayat çeşmesi sandı. Hemen bir kaba su doldurup, avlanmak için o civara gelen Bağdat halifesine takdim etti. Bu sırada suyun güzelliği hakkında övücü sözler söyledi. Halife, zavallı adamın bu zamana kadar hiç tatlı su içmediğini derhal anladı. Onun kırık bir gönülle ve ümitsiz bir halde dönmemesi için, getirdiği bir kap suyun kendisinden alınıp buna karşılık altın dolu bir kese verilmesini emretti.

Evet efendim, bir kimsenin moralini bozmak, onu ümitsizliğe ve üzüntüye sevk etmek insanlar arasındaki huyların en kötüsüdür. Biçarelerin gönüllerini alıp hatırlarını hoş etmek ise sevap kazanmaya ve hayırla yâd edilmeye vesiledir. Unutmayalım ki “Semere-i hayat, hayırla anılmaktır.”

Gönül kırmak hata ender hatadır

Gönül manzur u enzar-ı Hüdâ´dır

 

Bir Müslüman ile bir Hıristiyan aralarında münakaşa ediyorlardı. Müslüman haklı olarak Peygamberimizin diğer bütün peygamberlerden üstün olduğunu söylüyor, Hristiyan ise İsa aleyhisselamın daha büyük olduğunu iddia ediyordu. Abdulkadir-i Geylani hazretleri de o sırada oradan geçtiği için bunların münakaşalarına şahit oldu. Hristiyan´a sordu:

“İsa aleyhisselamın diğer peygamberlerden üstün olduğuna deliliniz nedir?” Adam cevap verdi:

“İsa, ölüleri diriltirdi!” Abdulkadir-i Geylani hazretleri dedi ki:

“Ben peygamber değilim, ama İsa aleyhisselamın yaptığını ben de yaparım. Allah´ın izniyle herhangi bir ölüyü diriltirim. Eğer bunu gözlerinle görmek istersen mezarlığa gel!”

Bir kabristana giderler ve Hazreti Şeyh bir mezarın başında durur. “Allah´ın izniyle kalk!” diye seslenir. Ölü, yırtık kefeniyle karşılarında dikilir. Bu manzara karşısında büyük bir dehşete kapılan ve son derece heyecanlanan Hristiyan, derhal Kelime-i Şehadet getirip Müslümanlıkla şereflenir.

Geylani hazretleri çocukluğumdan beri, büyük muhabbet duyduğum İslam mutasavvıflarının başında geliyor, Fütûhü´l-Gayb isimli eseri beni en çok etkileyen kitapların arasında yer alıyor. Hazreti Geylâni, ölüyü diriltme kerametini, belki bir kaç defa göstermiştir. Hâlbuki o başta Fütûhü´l-Gayb´ı olmak üzere eserleriyle, “mürde dil” denilen ölü kalpleri diriltmeye yüz yıllardan beri devam ediyor. Unutmayalım ki, Abdulkadir-i Geylâni hazretleri, vefatından sonra da tasarrufu devam eden mutassavvıflardandır.

Hayatını ve menkıbelerini anlatan birçok kitap yazılmıştır. Bunlardan biri de Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Bey´in “İki Gavs-ı Enâm Abdulkâdir Geylani ve Abdüsselâm el-Esmer” ismiyle kaleme aldığı eserdir.

Tavsiye olunur.


Dursun GÜRLEK diğer yazıları