Tevhidîlik mi?

Oysaki Ehl-i Sünnet cumhuru “Ehl-i Kıble Tekfir Edilmez” prensibinde müttefiktirler.

Son otuz yıldır, ülkemizde “Tevhîdî İslâm, Tevhîdî olmayan İslâm” adlandırma ve ayırımları çokça tekrar edildi ve hâlâ ediliyor. Kimse de, “Tevhîdî olmayan İslam mı var?” diye bu söylemi nakarat gibi tekrar edenleri sorgulamıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tedricen inkırazı ve bununla birlikte Sünnî ve Sufî paradigmanın da, hilâfet ve medrese kurumu başta olmak üzere tüm kurumlarıyla çöküşe geçmesi, Milâdî 20. yüzyıla damgasını vurmuştur. Dahası, İslâm âleminin, Batı dünyası karşısında yenilgiye uğrayarak can çekiştiği bir dönem olmuştur. İslâm dünyasındaki tüm dini müesseselerin çöküşü, özellikle Geleneksel Ehl-i Sünnet paradigma ve müesseselerin Osmanlı devletiyle birlikte aynı akıbete uğraması, bu paradigma mensuplarını korunacak bir şemsiyeden yoksun bırakmıştır. Geleneksel Ehl-i Sünnet ekolünün kurumlarının, Hilâfet, Şeyhülislâmlık ve Medrese/Dergâh başta olmak üzere bir bir ortadan kalkması büyük bir boşluğun doğmasına sebebiyet vermiştir.

Bu yüzden 20. yüzyıl daha çok, Modernleşmeci ve Selefîlik iddiasındaki akımların İslâm dünyasında iyice revaçta olduğu ve tüm uzanımlarıyla birlikte bu âlemi kapladığı bir yüzyıl olmuştur. Modernizmi öngören bir kısım İslâmcı akımların, modernizmin ve modernleşmenin gelişimi ve hızlı yayılması ile birlikte gelişim göstermesi bu tür akımların İslâm dünyasında ivme kazanarak, geleneksel yapıları büyük oranda kolayca çözümünü sağladı.

Geleneksel dini grupların, 50’li yıllardan beri Milliyetçi-Muhafazakâr, kültüralist bir anlayışın etki ve tekeline girmiş olmaları, tepkisel olarak Selefi-Modernist, Radikal/Selefî İslâmcı söylemlerin daha hızlı yayılmasını sağladı. Bu etki ve tekel yüzünden, geleneksel Sünnî ve Sufî anlayıştan gelen tüm değerler, özellikle etik ve moral değerler kolaylıkla tasfiye edilebildi. Bu durum Selefî-Modernleşmeci Radikal İslâmcı akımların, Sünnî ve Sufî geleneği tasfiyesini kolaylaştıran en temel faktör oldu.

Tevhîd adına, şirkten ve sözde câhiliyyeden arınma adına İslâmî geleneğe ve yaşam pratiği birikimine karşı takınılan Radikal/Selefi tutumun, bu sözde gerekçelerle yıktığı, ortadan kaldırdığı İslâmî gelenek ve yaşam pratiği birikiminin yerine alternatif koyamadığı, koyamayacağı, ancak bunun modernizme ve din-dışı, seküler yaşama teslimiyeti getirdiği görülmektedir.

Tevhidîlik; şirkten, câhiliyyeden arınma adına, İslâm’ın geleneğine karşı Radikal/Selefi tutumla savaşılması, yaşadığımız dünyayı çepeçevre kuşatan ve hayatın her alanına hâkim olan modern/seküler, din-dışı anlayış ve yaşam tarzına karşı tüm direnme araçlarımızı elimizden almakta, savunmasız konuma getirmekte ve sonunda tam teslimiyete yol açmaktadır. Sonuçta, din olgusu ve yaşamda dine ilişkin tüm unsurlar, mimari, günlük yaşam dâhil bütün alanlarda, modernlik-sekülerlik lehine tasfiye olmaktadır.

Örneğin; şirk ve câhiliyyeden arınma, Tevhîd’i egemen kılma adına, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’deki tüm türbe, makam ve kabirler ile tarihi eserleri, yani tüm medeniyet hatıralarımızı, Hicâz’daki hafızamızı yok eden anlayış, bu yıktıklarının yerine çok katlı modern beton yapılar, lüks otel ve alışveriş merkezleri, Manhattan benzeri gökdelen ve towerlar inşa ederek bu kutsal kentlerimizi, tarihi ve geleneksek özelliklerinden yoksun, ruhaniyetin hicret ettiği birer beton yığınına, modern kente dönüştürmüşlerdir.

Takiyuddîn Ahmed b. Teymiyye el-Harrânî ve talebesi Zâdu’l-Me’âd sahibi İbn Kayyim el-Cevziyye ez-Zer’î’nin kelâmî görüşleri ve akidevî anlayışına dayandıklarını ileri süren ve kendilerini “Selefî” olarak nitelendiren meşreb/ekol; tekçi/dayatmacı bir tutumla uzun zamandır Ehl-i Sünnet ve Tasavvuf/İrfan geleneğine karşı acımasız bir savaş sergilemektedirler.

Yukarıda adı geçen her iki zâtın Hâriciliği/Tekfirciliği ve Tecsim inancını çağrıştıran bazı akidevi ve kelâmî görüşleri ve çağımız da modern/Totaliter ideolojilerin de etkisi ile Tevhîdîlik, Tevhîd’e Dönüş adı altında Sünnî ve Sûfî geleneğe karşı olabildiğince acımasız ve bu yöndeki tüm İslâmî temelleri sorgulayacak şekilde bir mücadele içine girmişlerdir. Buna, 20. yüzyılın başlarından itibaren Hicâz ve Arabistan yarımadasına egemen olan anlayışın belirleyici etkisi eklenince durum daha da katmerleşmektedir.

Bu meşrebe bağlı olduklarını belirten çevreler, tekelci bir yaklaşımla, sadece kendilerinin Tevhîdî bilince sahip oldukları iddiasıyla, kendi gibi düşünmeyen Müslümanları câhiliyye/şirk suçlamasıyla zorla İslâm dışına itmek gibi bir tutum sergilemekten kaçınmamaktadırlar. Kendi kelâmî, akidevî düşünceleri dışındaki Müslümanlara tepeden inmeci bir tutumla hayat hakkı tanımak istememektedirler. Bu doğrultuda sadece günümüze değil, geçmişe yönelikte son derece katı/acımasız bir sorgulama içerisine girmekte ümmetin eslâfına câhiliyye/şirk suçlamasıyla büyük haksızlık yapmaktadırlar. Oysaki Ehl-i Sünnet cumhuru “Ehl-i Kıble Tekfir Edilmez” prensibinde müttefiktirler.

Tevhîdi/Kur’ânî olduğunu ileri sürüp, bunun adına 14 asırlık İslam’dan, imandan Kitâb ve Sünnet’ten kaynaklanan birikime, medeniyete karşı toptancı bir yaklaşımla katı tutum içinde olup, her vesile ile değerlerimize saldıran bazı çevrelerin günlük hayatları dâhil hiç de Tevhîdî bir hayat tarzı böyle bir manevi hâl içinde olmadıklarını, modern-seküler yaşama bir biçimde entegre olduklarını sürekli gözlemlemekteyiz. Hiç kimsenin, Tevhîdilik/Kur’ânîlik diyerek, Protestanlık benzeri bir metotla inanç/iman değerlerimizi, medeniyet birikimimizi câhiliyye/şirk suçlamasıyla, modernliğin lehine olacak şekilde tasfiye etmeğe, Tevhîd gibi mukaddes bir mefhumu meş’um/uğursuz emellerine alet ederek, tekellerine almaya hakkı yoktur.


Müfit YÜKSEL diğer yazıları